Yerel seçimlere bir ay kaldı.
Hangi belediyede kimin seçileceği mahalli bir tercihten ibaret gibi görünmekle birlikte, gerçeğin öyle olmadığını biliyoruz.
İşin siyasi boyutu ilgi alanımıza girmiyor
Muhalefetin kendi içindeki yapısının nasıl değişeceği ya da iktidarın genel seçim başarısını sürdürüp sürdüremeyeceği siyasetin konusu.
Ancak seçim sonuçlarının iktidarın ekonomi politikaları üzerinde yaratabileceği potansiyel etkileri önemsemek gerektiğini düşünüyorum.
“Kapımdaki çöpü kimin toplayacağı neden benim yatırım ya da işimde etkili olsun ki” bakış açısı teorik olarak doğru; ancak pratikte pek öyle olmadığını söyleyebiliriz.
Sadece bir önceki yerel seçimin öncesinde ve sonrasında yaşanan gelişmelere bakarsak dahi ekonomi politikaları adına önemli çıkarımlar yapabiliriz.
Zira Muallim Naci’nin harika sözüyle hafıza-i beşer nisyan ile malül. 2019 yerel seçimlerinden önceki dönem, Türkiye’de 10 Ağustos kur krizinin yaralarının sarılmaya çalışıldığı bir dönemdi.
Kurdaki sert yükselişe gerekçe Londra’nın elindeki TL olarak görülmüş, bunun seçim öncesinde tekrarına müsade etmemek adına swap kanalı kurutulmuştu.
Piyasa ile aynı sayfada olduğu düşünülen dönemin Yeni Ekonomik Programı ile TL pozisyon açan fon yöneticilerinin TL’ye erişimleri bir anda kapatılmıştı.
Pozisyon kapatma çabasıyla herkesin aynı anda yüklendiği kapıda yaşanan sıkışma, swap faizlerinin yüzde 1.000’lerin üzerine çıkmasıyla sonuçlanmıştı.
Sonuç, Türkiye piyasasında bulunan portföylerin neredeyse sıfırlanması oldu. 128 milyar dolar tartışmalarının temel gerekçesini de bu oluşturuyordu.
Merkez Bankası’nın o kaynakları ve sonrasında çok daha fazlası, yabancı yatırımcıların Türkiye’den çıkışını fonlamak için kullanıldı.
Gelelim bu yerel seçimlere
Türkiye bu yerel seçimlere çok daha farklı bir atmosferde giriyor.
Konvansiyonel politikalara geçmiş, faizi artırmış ve yapılan regülasyonların 2.5 yıllık tahribatını onarmak için yürütülen bir politika bileşimi var.
O dönemde “kovaladığımız” uluslararası yatırımcılara bugün büyümeyi finanse edebilmek ve akımı doğru yönetebilmek için ihtiyacımız var.
Ancak, geçmişin hayaleti mevcut yönetimi kovalamaya devam ediyor.
Önceki dönemde kullanılan başta KKM olmak üzere araçların parasal aktarım mekanizması üzerinde yarattığı sorunlar bugünün likidite sorunu olmaya devam ediyor.
Buna, Merkez Bankası’nın Haziran sonrasında uyguladığı swaplar yoluyla rezervi güçlendirme çabasının getirdiği ekstra likiditeyi de ekleyin.
Swap kanalının kullanımı “Artık rezervimiz güçlü” demeye yaradı belki, ama piyasada yarattığı yan etki faiz artırımlarının gücünü azaltıcı oldu.
Kaldı ki, bugün bu kanal yavaşladığında hızlı rezerv erimesi olarak da karşımıza bu kez olumsuzluk olarak çıkmaya başladı.
Sonuçta Türkiye tarihinin en büyük sıkılaşmalarından birini yaptığı halde, “acıtan”, “harcamaktan korkutan”, “tasarrufa yönlendiren” bir dezenflasyonist ortam yaratamıyor.
Gerçekten yapılmak istendiğinde bu ortamı yaratmak çok zor değil.
Ancak sadece para politikası ile bunu sağlamak da çok mümkün değil.
Örneğin uluslararası yatırımcıların son çeyrekte başladığı girişler, para politikasında bakışın satın alındığının göstergesiydi.
Ancak sonrasında enflasyonun üzerinde yapılan asgari ücret artışları ile birlikte talep enflasyonunun durmayacağı kanısı, yabancı yatırımcıların girişlerini sınırlandırdı.
Tercihler, ekonomi yönetiminin duruşuna rağmen siyasetin bakış açısının belirleyici olduğunun teyidi olarak okundu.
Yatırımcıların hızlı girişlerden imtina etmelerinin önemli gerekçelerinden birisi bu oldu.
İkinci olarak doların sürekli olarak “sabit ve hareketsiz” çizgisi de sorunlu görülen alanlardan birine dönüştü. Son yıllarda arka arkaya yapılan ve işe yaramayan “Maginot Hattı” savunmaları hem Türk hem de uluslararası yatırımcıların hatıratında yer tutmayı sürdürüyor.
Dolayısıyla bu kadar uzun süre kontrol edildiği düşünülen kurun, seçim sonrasında “salınacağı” beklentisi içerde de dışarda da pozisyonlara yansımaya başlıyor.
Offshore’da TL lehine açılan pozisyonlar ufak ufak kapanıyor.
İçerde ise hem perakende yatırımcıların spot döviz talepleri hem de DDM dönüşlerindeki döviz tercihleri artıyor.
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in “Sayın Cumhurbaşkanımızın güçlü desteğiyle uyguladığımız politikalar seçim sonrasında da hedeflerimiz doğrultusunda devam edecek.
Dolaşıma kasıtlı olarak sunulan spekülasyonlara itibar etmeyiniz” twiti de, TCMB’nin PPK metninde yer verdiği “TL’nin reel değerlenmesine devam edeceği” vurgusu da bunları yönetmeye dönük olarak okunabilir.
Sonuç olarak kıssadan hisseleri sıralarsak:
● Merkez Bankası sıkı durduğunu düşünüyor, gerekirse daha da sıkılaşacağını artık açıktan söylüyor.
● Merkez Bankası bu sıkılığı çok uzun süre koruyacağının altını çizdiği gibi, faiz indirimi gibi bir niyetin hedefe yaklaşana dek kesinlikle gündeme gelmeyeceğini de net olarak aktarıyor.
● Kur politikasında geçen seçimle bu seçim arasındaki farkı görmek gerekiyor. Faizin yüzde 8.5 olduğu günkü döviz talebi ile yüzde 45 olduğu günkü döviz talebi arasındaki fark büyük. 8 ay öncesinden farklı bir ortam var. Dolayısıyla Merkez Bankası yönetmeyi tercih ederse, döviz talebini kontrollü olarak taşıyabilecek bir yapıya sahip. Bunu açıkça reel değerlenme söylemine taşıması risk, ancak piyasadaki pozisyonlanmanın bunu zorlayacak durumda olmadığını düşündüğü için bu riski aldığını anlıyoruz.
● Uluslararası yatırımcıların gelişi seçim sonrası ortaya konulacak kapsamlı ve inandırıcı bir söyleme bağlı gibi görünüyor. Zira şu anda kredi ile borçlanma (sendikasyonlar veya eurobond ihraçları) haricinde TL kağıtlarda yabancıyı cezbedecek bir bono getirisi sunmuyoruz.
● Kurdaki oynaklığın baskılandığı düşüncesi içeride ve dışarıda çekince yaratıyor.
Seçim sonrasında azalacağı düşünülen belirsizlikler, programın etkinliğini artıracak.
Seçim öncesinde ertelenen önlemlerin gelmesiyle para politikasının etkinliği artacak.
Bu kağıt üzerinde doğru gibi görünüyor.
Ancak…
“Çöpümüzü kimin topladığına” dair kararı verdikten sonra arkadan gelebilecek bir Anayasa referandumu olacaksa…
Sıkılık o zaman nasıl sağlanacak?