Dünyanın en büyük beyin cerrahlarından biri olarak görülen Prof. Dr. Gazi Yaşargil, 99 yaşına girdi. Üzerinden 25 yıl geçmiş olmakla birlikte “Hocaların hocası” ile tanışma ve ayak üstü ve kısa da olsa deneyimlerini dinleyebilme fırsatı bulduğum için kendini şanslı sayanlardanım.
Yaşamı bir kaymakam çocuğu olarak Lice’de başlayan, sonrasında ünü dünyaya yayılan dev hocanın doğum günü için dünyaca ünlü birçok profesörün Türkiye’ye geldiği haberini de Habertürk’te izledim. Tıbba büyük katkılar sunmuş birçok Türk hekimi var. Ancak bunların arasında tıp tarihine doğrudan katkı yapmış birkaç çok önemli isim sayabiliriz.
Örneğin tüm dünyada kendi adıyla anılan Behçet hastalığını bulan kişi; Hulusi Behçet gibi. Gazi Yaşargil’i bilim dünyasına teorik ve pratik hizmetlerinin yanı sıra her cerrahın ameliyathanesine sokan ise, altında çalışmak gereken hassas beyin dokusunu sabitlemeyi sağlayan bir mekanizmayı icat etmesidir. Kızının küçüklüğünde kopan bir kolyeyi toparlarken aklında tasarladığı bu mekanizmaya kızının adının vermiş ve “Leyla” demiştir.
O günden bu yana bu ekartörler dünyanın dört bir yanında Leyla Ekartörü olarak adlandırılıyor. 27 Mayıs darbesi döneminde askerlik nedeniyle vatandaşlıktan çıkarılan, 18 yaşında ayrıldığı memleketine bu nedenle ancak Turgut Özal’ın kendisine verdiği pasaportu ile 45 yıl sonra dönen Gazi Yaşargil’in müthiş bir yaşam öyküsü var. Bir yandan tanımayanlara bu müthiş insanı anlatmak isterken, vurgulamak istediğim bir başka konu daha var. Gazi Yaşargil’in temel altyapısını aldığı okul, Ankara’nın ünlü devlet okullarından Atatürk Lisesi.
O tarihlerde ortaokullarda okutulan derslerin listesi şöyle:
“Türkçe, tarih, coğrafya, yurt bilgisi, Riyaziye (matematik), fizik, kimya, tabiiye, yabancı dil, resim, musiki, beden, ev idaresi, çocuk bakımı.”
Liseye geçişte ise bu derslere cebir, biyoloji, fizik, kimya, mekanik, müsellesat gibi alanlar ekleniyor. Bu ortaokul eğitimi sonrasında Atatürk Lisesi’ne giderek Prof. Dr. Gazi Yaşargil oluyor.
Geçen hafta sonu 1 milyonun üzerinde çocuğumuz, Liseye Geçiş Sınavı’na (LGS) girdi. Her şeyden önce kabul etmek gerekir ki, bu inanılmaz bir sayı. Okul sayısının sınırlı olduğu ortamda, aileler de çocuklar da çılgıncasına bu sınava hazırlanıyor.
Bilgiye dayalı ve kazanım bazlı sorular bu kadar çok sayıda çocuğun arasındaki farkı belirlemeye elbette yetmiyor. O zaman, bu bilgiyi ileri derecede kullanmayı gerektiren, adına “yeni nesil” denilen sorular gerekiyor. Sadece bu sınavı önceleyerek çocuklara anaokulunda okumayı öğreten, 1. Sınıf müfredatını ana sınıfında tamamlayan, o 1 yıllık avantajı sınav senesinde sadece sınav için test çözdüren, sınav odaklı okullar var mesela.
Bu yeni nesil sorularda çocuklar bazıları bir sayfa boyunca süren, grafiklerle, çizimlerle bezenmiş sorularla baş etmeye çalışıyor.
Bazen orasından burasından katlanmış bir kartonda santim hesabı yapmak zorunda kalıyor, bazen metal çubukları parçalara ayıran bir makinenin rastgele kesim yapıldığında çıkan eş parçalardan birinin uzunluğunun santimetre cinsinden tam sayı olma olasılığının yüzde kaç olduğunu seçeneklerin arasından bulmaya çalışıyor. 13-14 yaşında dünya güzeli çocuklarımız, aslında bir araç olması gereken liseyi amaç haline getiren bu saçma sapan sistem ile o kadar büyük bir baskı altına giriyor ki… Stres ve kaygı bozuklukları, yeme bozuklukları, aşırı kilo, stres nedeniyle tükenmişlik gibi birçok rahatsızlık geliştiriyorlar.
Hayatının baharında, ergenliğin başında, hormonları havada olan çocuklara bu zulmü yapmayı kendi adıma kabul edemiyorum. Hafta içi dershanelerde, özel derslerde, okul sınavlarında, evdeki baskıda tükenen, günde 150-200 sorunun altında çözdüğünde kendilerini eksik hissettirdiğimiz bu çocuklar sonunda neyle karşılaşıyor peki?
90 soruda 80 doğru ile dahi istedikleri okullara giremedikleri, çabalarının karşılıksız kaldığı, hayallerinin kırıldığı, bu kez sınav sonrası başarısızlık duygusu ile psikolojilerini yerle yeksan eden bir yıkıma gidiyorlar. Her aile çocuğu için en iyisini istiyor elbette. Hem “Çocuğum için yapabileceğim her şeyi yaptım” diyebilmek için hem de liseyi iyi bir üniversitenin altyapısı olarak gördükleri için.
Bazıları elbette, yüzde 1-2’lik dilimden bir devlet okulu kazanabiliyorlarsa yıkıcı özel okul ücretlerinden kurtulabilmek için. Bazıları çocuklarına din eksenli bir eğitim müfredatı yerine kendi hayata bakışlarını yansıtan bir eğitim imkanı tanımak için. Bu arada bazı aileler de kendi muhafazakar bakış açısını yansıtan özel okullar için çaba gösteriyor. “Her iki tarafın”, “kendi okulları” var.
Çocuklar ayrı, aileler ayrı helak oluyor.
Üstelik eksi netle üniversiteye girilebilen bir ortamda, çocuklar geçmişten kalan iyi isimlerine rağmen kalitesi yerlerde sürünen üniversitelere gidebilsinler diye yapıyoruz bunu.
Şimdi tekrar geçmişe, 1939 yılına gidelim.
Prof. Dr. Gazi Yaşargil’in önünde bugünkü LGS gibi bir hedef olsa; acaba riyaziye, fizik, kimya, tabiiye gibi derslerde o gün yaptığı gibi bilimin temelini mi öğrenirdi, yoksa testin şıkları arasından kendisini öne çıkarabilecek bir kısa yol mu arardı?
Acaba önlerinde LGS hedefi olsa, Gazi Hoca’nın bir kız kardeşi kimya profesörü, diğeri yabancı dil öğretmeni, erkek kardeşlerinden biri Basel’de Genel Cerrahi Profesörü, diğeri Zürih’te Fizyoloji Profesörü olabilir miydi?
Bir kaymakam maaşı ile beşi de bunca başarıya imza atabilecek çocuklar LGS’ye özel dersler, dershaneler ile hazırlanabilir miydi?
Bu sistemin gelen her siyasetçi ya da bakan tarafından bir köşesinden çekiştirilmek yerine baştan tasarlanması gerektiğini düşünenlerdenim. Sorun müfredat değişiklikleri ile değil, anlayış farklılaşmasıyla çözülebilir ancak.
Son olarak PİSA skorlarında tüm gelişmiş ülkeleri geride bırakan Finlandiya’da eğitim sistemi nasıl işliyor ona bakalım mı?
Söz çok uzadı ama mesaj aynı.
Sorun müfredat değil, anlayış…