İki yüzyıl önce, İngiliz nüfus bilimci ve politik iktisat teorisyeni Thomas Malthus, dünya nüfusunun hızla artarak kaynakları tüketmesi sonucunda büyük bir kıtlığın ortaya çıkacağı yönünde oldukça karamsar tahminlerde bulunmuştu. Ama ne oldu? Tarım ve sanayi devrimleriyle gelen üretim tekniklerindeki muazzam ilerlemeler, modern tıbbın ve sağlık hizmetlerinin gelişimi, doğum oranlarını kontrol altına alan sosyal ve ekonomik politikalar ve uluslararası ticaretin küresel çapta yaygınlaşması, bu karanlık öngörüleri boşa çıkardı.
Bugün ise, kamuoyunun odağı hızla değişen demografik yapının, eğitim, istihdam ve teknolojideki gelişmelerle birlikte ekonomik yapıyı nasıl etkileyeceğine kaymış durumda. Öncelikle, bu hızlı demografik değişimlerle ilgili birkaç dikkat çekici veri sunalım: Yüzyıl önce Amerika’da ortalama yaşam süresi sadece 40 yıldı; fakat bugün bu sayı neredeyse iki katına çıktı. Türkiye’de de benzer bir durum mevcut. 1920’lerde Türkiye’de ortalama yaşam süresi 32 yıldı, 1994’te 68 yıla yükseldi ve bugün ise 78 yıl. Aynı zamanda, doğurganlık oranlarında da dramatik bir düşüş yaşadı; 1960’larda kadın başına altı çocuk olan oran, 2021’de 2.38’e ve bugün 1.51’e düştü. Benzer trendleri, diğer gelişmekte olan ülkelerde de gözlemiyoruz. Ayrıca, 2008-09 finansal krizinden önce, gelişmekte olan piyasalardaki gayri safi yurtiçi hasıla (GSYİH) büyümesinin yüzde 90’ı, işgücü nüfusunun genel nüfustan daha hızlı arttığı ülkelerden gelmekteydi. Ancak, 2040 itibarıyla, bu durum yalnızca gelişmekte olan piyasaların yüzde 20’si için geçerli olacağı öngörülüyor. Bu da, verimlilik önemli ölçüde artmadığı takdirde kişi başına düşen gelirin azalacağı anlamına gelmektedir
Peki, bu hızlı demografik değişimin ve doğurganlık oranlarındaki düşüşün ardındaki sebepler neler? Ana sebeplerden biri, Nobel ödüllü ekonomist Gary Becker’in belirttiği gibi, “kalite-miktar takası” dır. Bu kavram, ebeveynlerin sınırlı kaynaklarını daha fazla çocuk sahibi olmak yerine, mevcut çocuklarının eğitim, sağlık ve genel refahına yatırım yaparak kullanmayı tercih etmeleri anlamına gelir. Yani dünya genelinde, daha az çocuk sahibi olma ve bu çocuklara daha fazla yatırım yapma eğilimi artıyor. Bununla beraber, 20. yüzyılda kadınların iş gücüne katılımı, özellikle yüksek vasıflı işlerde, büyük ölçüde arttı. Bu durum, çocuk sahibi olmanın “fırsat maliyetini”, özellikle anneler için yükseltti. Son yıllarda ise, çocuk yetiştirme maliyetlerinin yüksek olması, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde doğurganlık oranlarını daha da düşürdü.
Peki, bu değişimler politika yapıcıları neden endişelendiriyor ve bu değişimlerin ekonomik etkileri neler olacak? Bu soruları yanıtlamak için “birinci demografik fırsat penceresi” ve “ikinci demografik fırsat penceresi” kavramlarına daha yakından bakmamız gerekiyor.
Birinci Demografik Fırsat Penceresi: Büyüyen İşgücü
Birinci demografik fırsat penceresi, iş gücü piyasasında çalışabilir yaşta (genellikle 15-64 yaş arası) olan nüfusun arttığı ve çocuklar ile yaşlılar gibi bağımlı olarak nitelendirilen nüfusun azaldığı bir süreçtir. Bu durum, daha fazla kişinin çalışarak ekonomiye katkı sağladığı ve tasarruf oranlarının yükseldiği bir zaman dilimini ifade eder. Ülkeler, doğru politikalarla bu dönemi ekonomik büyüme ve kalkınma için bir fırsata çevirebilir.
İkinci Demografik Fırsat Penceresi: Tasarruf ve İnsan Sermayesi Birikimi
Bu dönem, ilk demografik fırsat penceresinin ardından, yaşlanan nüfusun birikmiş tasarruflarını ve yatırımlarını ekonomiye kazandırdığı bir süreçtir. Yüksek tasarruf oranı, ekonominin yüksek yatırım oranlarını sürdürmesine olanak tanır, bu da işçi verimliliğini artırarak kişi başına düşen gelirin yükselmesini sağlar. Yaşlanan nüfusun deneyim ve bilgi birikiminin genç nesillere aktarılması da iş gücü verimliliğini artırarak ekonomiye katkı sağlar.
Ülkeler Daha Erken Yaşlanıyor
2000’lerin başlarına kadar, hızlı nüfus yaşlanması büyük ölçüde yalnızca küçük bir grup gelişmiş ekonomiyi etkiliyordu. Ya bugün? Artık birçok ülke ekonomik kalkınmanın daha erken aşamalarında bu tür sorunlarla karşı karşıya kalıyor. Örneğin, İsveç, Norveç ve Almanya’da yaşlı bağımlılık oranı yüzde 25’i geçtiğinde, kişi başına düşen gelirleri ABD seviyelerine yakındı. Orta Avrupa ülkelerinde bu oran 2000’lerin ortalarında yüzde 25’i aşarken, kişi başına düşen gelirleri ABD seviyesinin yaklaşık yüzde 45’i kadardı. Türkiye’nin ise 2040 civarında yüzde 25 yaşlı bağımlılık oranına ulaşması bekleniyor ve o dönemde Türkiye’nin kişi başına düşen gelirinin ABD seviyesinin yaklaşık yüzde 60’ı olacağı öngörülüyor. Bugün, Türkiye’nin de dahil olduğu birçok orta gelirli ekonomi, zenginleşmeden yaşlanma riskiyle karşı karşıya. Bu ülkeler, kişi başına düşen milli geliri artırmaya çalışırken, aynı zamanda nüfusu daha uzun çalışmaya teşvik etmek, teknolojik değişimleri ekonomilerine entegre etmek, göç politikalarını dengeli bir şekilde yürüterek iş gücünü gençleştirmek ve sosyal güvenlik sistemini yeniden tasarlamak zorunda.
Türkiye yaşlanan nüfusunun getirdiği zorlukları nasıl aşabilir?
Türkiye’de politika yapıcılar, yaşlanan nüfusun ekonomik ve sosyal etkilerini hafifletmek için eğitim ve beceri geliştirme programlarına öncelik vermelidir. Emeklilik sonrası yaşamı sürdürülebilir kılmak için esnek emeklilik sistemleri ve sosyal güvenlik reformları şart. Sağlık hizmetlerine yapılan yatırımlar ve önleyici sağlık hizmetlerine odaklanmak, yaşlı nüfusun sağlık masraflarını kontrol altında tutmanın anahtarı. Kadınların iş gücüne katılımını teşvik eden politikaların geliştirilmesi ve nitelikli göçmenleri çekmek için cazip şartlar sunulması, iş gücü katılımını artıracak önemli adımlardır. İş gücündeki azalmayı telafi etmek için robotik ve otomasyon teknolojilerine yapılan yatırımlar da kritik bir rol oynayacaktır. Ayrıca, bireylerin tasarruf yapmasını teşvik eden politikalar ve kamu maliyesinin sürdürülebilirliği için disiplinli bütçe politikaları izlenmelidir. Bu stratejiler, Türkiye’nin yaşlanan nüfusun ekonomik ve sosyal etkilerini en aza indirmesine olanak tanıyacaktır.