Bu yazıma başlığını verdiğim “de minimis” sözcüğü, hukuk, politika, ekonomi gibi pek çok alanda Latince “kanun önemsiz olan şeylerle ilgilenmez” deyişinden gelir. Uluslararası ticarette “de minimis limitleri” günümüzün ticaret savaşlarında da gündemde yer aldı. “De minimis” yani önemsiz olan, göz ardı edilebilecek şeyler olarak çevirebileceğimiz limitler 20’nci Yüzyılda neoliberalizmle pek çok ülkede geçerlilik kazandı. Uluslararası ticaret alanında ithal ettiğiniz bir ürünün değeri, ithalatı yapan ülke tarafından “de minimis” sınırının altındaysa gümrük vergisi, KDV ya da diğer ithalat vergilerinden muafiyet sağlanır. Bu uygulamaların arkasında ise hem gümrük idarelerinde iş yükünü hafifletmek ve işlemleri kolaylaştırmak, ancak en temelinde ise uluslararası ticaretin önünü açmak yatar.
Son bir haftada yeniden başlayan ticaret savaşlarıyla belirsizlik ve oynaklık küresel ekonominin ayarlarıyla oynadı. ABD Başkanı Donald Trump’ın ABD’nin ülke bazlı olarak ticaret açığında aşırılık gördüğü her ülkeyi yüksek tarifelerle tehdit ettiği tarihi konuşmanın ardından gelişmeleri ekonomiyle ilgilenen herkes her an takip ediyor. Ben üzerine söylenecek binlerce söz, binlerce analiz, binlerce senaryo yerine tüm sürece dair ufak birkaç başlığı geçmişten örneklerle kısaca ifade etmeye çalışacağım. Bu yüzden büyük resme, en ufak parçadan ulaşmayı hedefliyorum.
Temel sorun ve anormal karşıladığımız tarifelerin sebebi Amerika Birleşik Devletleri’nin büyük nüfusu ve alım gücü sayesinde ihracat yapmak isteyen her ülkenin pazara girmesi ve yıllar içerisinde ABD’nin bu ülkelere yüksek dış açık veriyor olması. ABD’nin bu noktaya gelmesi ise yıllara sair bir hikâye aslında. Yani bu tarifeler ansızın çıkıp gelmedi ama piyasanın fiyatlamasından gördüğümüz kadarıyla biraz aşırı ve ani bulundu. Gelgelelim şimdiye kadar Trump’ın açıkladığı tüm tarifelerden vazgeçilebilir ya da Kongre tarafında kabul görmeyebilir. Ama görünen o ki Trump açısından bu güç, diğer ülkelere karşı silah olarak kullanılıyor. Elbette her şeyin bir bedeli var ve bu tarifeler hayata geçtiğinde kendi ekonomisine de bir bedel ödetecek. Amerikalılar daha yüksek fiyatlar, bununla tetiklenecek enflasyon, dizginlemeye çalışırken daha yüksek faiz oranları ve sonucunda resesyon en bariz senaryo olarak görünüyor. Aslında tarifeler ertelense ya da azaltılsa bile şimdiden bedel ödediler sermaye piyasaları üzerinden. Trump’ın tarifelere dair yaptığı tarihi konuşmanın ardından piyasaların çökmesi bu senaryoyu fiyatlıyordu. Dolayısıyla ardından gelen “şimdi alım yapmanın tam zamanı” demesi ya da “FED faiz indirmeli” çağrıları aslında altı boş açıklamalar değil diyebilirim.
Daha da geriye gidelim. Bugün rekor dış ticaret açığı veren ABD, bugünlere o kadar hızlı gelmedi demiştim. 1940’lı yıllarda hala dünya ekonomisi İkinci Dünya Savaşı’nın etkilerini silmeye çalışıyordu. Ekonomilerini ayağa kaldırmak zorundaydılar. ABD için fırsat anlamına gelen bu durum, her ne kadar başta lehine de olsa, yıllar içerisinde Avrupa ve Asya ekonomisinin fazlasıyla güçlenmesi neticesinde tersine döndü. ABD ticaret kurallarını ithalat lehine düzenledi, dev pazarını diğer ülkelere açarak ithalatı daha ucuz hale getirdi. Yıllar içerisinde ise Avrupa ve Asya güçlendi, ancak bu sefer ABD bağımlı hale gelmişti. Ticaret kurallarının esnetilmesiyle serbest kalan refah, ucuz olan nerede ne varsa ona yöneldi ve aslında ABD’nin yıllar içerisinde rekabet gücünü de istemeden yok etti.
Benim konuya de minimis ile girmemin sebebi de buydu. Görmezden gelinenlerin bedeli er ya da geç ödeniyor. Zira Trump’ın kafaya taktığı ticarette dengesizliği en ufak de minimis limitleri ile bile görmek mümkün. Trump’a kadar geçen sürede ABD’nin de minimis limitleri 800 dolar civarındaydı. Bu limitler Avrupa ülkelerinde 150 euro civarında, Çin’de ise 0 (sıfır). Yani ABD ithalatı teşvik edici yanda dururken, Avrupa ve Çin’in başka ülkeden gelen mala tahammülü yok. Ufak tefek demeden önce Çin’in ABD’ye ihraç ettiği ürünlere dair aşağıda linkini paylaştığım ABD Kongre Araştırması’na göre Çin’in de minimis kapsamında ihracatı 2023 yılı verilerine göre 70 milyar dolara yaklaştı ve ABD’nin bu kapsamda yaptığı ithalatın toplamından 45 milyar dolar ile Çin en büyük payı alıyor. Diğer ülkelerle kıyasladığınızda nasıl bir ticaret dengesizliğinin söz konusu olduğunu gözlerinizle göreceksiniz.
2001 yılında Çin’in en büyük gelişen ülke olarak gelişmiş ülkelerinin ligi olan Dünya Ticaret Örgütü’ne birçok esneklik ve ayrıcalıkla katıldığını hatırlatmak isterim. Çin o dönem kendisine tanınan ayrıcalıkla mükemmel bir strateji ortaya koydu. Tüm dünyayı hedef ticaret pazarı olarak belirledi. Altyapı yatırımlarının yanı sıra ülkelere dün otomotivden, emtiaya, bugün ise güneş panellerinden elektrikli otomobillere kadar ihraç ederek dev ticaret fazlaları veriyor. Yani de minimisten başlayan çok ucuz ufak ürünler, bugün ülkeye çelikten bir otomotiv ve enerji sektörü oluşturdu mesela. Eskiden ucuzluğu ile bildiğimiz Çin, bugün en ileri sektörlerde kendisini geliştirmekle kalmıyor, artık gelişmiş ülkelerin daha başlayamadığı teknoloji sektörlerinde kendine sektör yaratıyor ve yenilmez hale geliyor.
Elbette herkes bence bunun farkında. Süper güç el değiştiriyor. Hem de sert ve güçlü adımlarla. Her ülke Çin’in dev nüfusunu sadece ucuz işgücü olarak görüp bundan faydalanırken, bugün Çin sadece üretiyor ve dışarıya satıyor. Zaten diğer ülkelerin bu cazibeye kapılmasının acı sonuçlarını pandemi zamanında görmüştük. Hatırlanacağı üzere her şeyi o kadar Çin üretiyordu ki, tedarik zincirleri darmadağın olmuştu.
Gözlemlediğim bir husus da ABD’nin asıl derdinin Çin ile olduğu zaten. Nitekim diğer ülkelere tarifeler bekletilirken, ABD ve Çin’in karşılıklı tarife artırım savaşları tüm hızıyla devam ediyor. Şimdilik taviz veren yok ama bir noktada müzakerenin geleceği de aşikâr. Bu yüzden son olarak iki ülkenin avantajlarına ve dezavantajlarına kısaca değinmek istiyorum.
Goldman Sachs’ın hesaplamalarına göre ABD’nin Çin’den ithal ettiği malların yüzde 36’sına başka bir tedarikçi alternatifi bulmak zor. Çin ise ABD’den ithal ettiği malların sadece yüzde 10’unu başka ülkelerden bulması gerekiyor. Diğer yandan ABD’ye bu tarifelerin uygulanmasının maliyeti başlarda ifade ettiğim gibi büyük olacak. Ayrıca yönetim biçimi itibariyle Trump’ın her adımı seçmenleri tarafında sorgulanacakken, Çin’de böyle bir sorun pek söz konusu değil diyebiliriz. Ama elbette Çin, ABD gibi bir pazarı göz göre göre kaçıramaz. Nitekim iç tüketimi zayıf ve üretim fazlası veren bir ekonomiden bahsediyoruz. ABD’ye sattığı kadarını alabilecek güçte ülke yok. Çin’in Yuan’ı değersizleştirme, mali teşvikler verebilme gücüne sahip olmasına rağmen ABD’nin elinde bir haklılık kozu var ve Çin’de her ne kadar şimdiye kadar taviz vermemiş olsa da bu durum değişecek. Farkındayım, duyduğumuz tüm senaryolar içinde bulunduğumuz durumu fırtına var gibi gösteriyor. Ancak serbest ticaret on yıllardır ülkeleri ve toplumları ilerletiyor, önüne ket vurmak herkese zarar ve dengeyi bulmak gerekiyor.
Sözün özü büyük ölçüde küresel ticaret adaletsizliği giderilmeli ve denge sağlanmalı diye düşünüyorum. Ancak küresel ticaret pek ani kararlara açık bir alan değil ve herkesi etkiler. Etkilediğiniz kitle ne kadar büyükse o kadar risk almış olursunuz. Dileyelim ki müzakereler bir an önce başlasın ve küresel ekonomi önündeki engellerden en azından birini atlatmış olalım.