İşletmelerin maliyetlerinde son dönemde önemli artışlar meydana geldi.
Asgari ücret artışları ve döviz kuru sepetinde 2023 yılının son çeyreğinde meydana gelen artışın etkisi sürüyor.
Jeopolitik sorunlar başta enerji olmak üzere, belli emtia ürünlerinde küresel çapta fiyat artışlarına ve navlun ücretlerinde artışa sebep oldu. Sanayiciler açısından yükselen bu operasyonel maliyetler bel büküyor.
Türkiye’de günümüz koşullarında kabaca yüzde 20 faaliyet kâr marjı ile çalışmak isteyen bir şirketin cirosunun yüzde 50’sini hammadde, 8-10 arasını işçilik, 10-12’sini enerji, 8-10’unu da genel yönetim giderleri oluşuyor diyebiliriz. Ukrayna-Rusya savaşının başladığı yıl enerji fiyatlarındaki yükselişle enerjinin toplam içindeki payı yüzde 25’lere kadar da yükselmişti. Ancak son 10 yılın ortalamasına kabaca baktığımızda dağılımı bu şekilde görüyoruz.
Dolayısıyla bir sanayi işletmesinin üretimine devam etmek için bu maliyetlere bakarak bir maliyet hesabı yapması gerekiyor. Maliyetler giderek artıyor. Maliyetler artarken, sıkı finansal koşullar da kendisini hem arz, hem de talep yönünden gösteriyor. Geçmiş iki yılda artan maliyetler kolay kredi imkânları ile fonlanabilirken, şimdi bu imkân ortadan kalkmış görünüyor.
Para politikasının getirdiği sıkı finansal koşullar Merkez Bankası’nın istediği doğrultuda 2024’ün ikinci çeyreği itibarıyla belirginleşmeye başladı. Bunun anlamı; faiz yükseliyor, talebi kısmak için kredilerin maliyeti artırılıyor. Yüzde 75’lere gelen ticari kredi faizleri varken, Türk lirası ile borçlanmak elbette tercih edilir değil.
İş hayatı rasyoneldir. Eğer TL borçlanamıyorsa, sanayinin adresi (eğer döviz geliri de varsa) dövizle borçlanmak oluyor. Toplam ticari krediler oransal olarak yukarı giderken bu artışın gerekçesini döviz kredileri oluşturuyor.
Geliri döviz olan şirketin borçlanırken döviz tercih etmesi elbette makul. Üstelik değişken faizli krediler söz konusu olduğunda, faiz indirimine gidecek bir Avrupa Merkez Bankası varken Euribor’un gerileyeceği de aşikâr.
Şu aşamada maliyeti biraz yüksek de olsa, uzun vadeli elde edilebilen kredilerin avantaj sağlama ihtimalinin arttığı bir ortamdayız.
Önemli soru, şirketlerin gelirinin tamamının döviz olmadığı noktada, kur riskinin kendilerini zorlayıp zorlamayacağı.
Şirketlerin bir bölümünün seçim öncesindeki beklentisi kurda ciddi bir yükseliş yönündeydi. Ancak bu tercihin artık değişmeye başladığını görüyoruz. Örneğin son 2 haftadır tüzel kişilerin DTH’larında azalma var. Sadece geçen haftanın azalışı 2 milyar dolara yaklaştı.
Bunun bir kısmı kendi işinin finansmanı için olabilir, bir kısmı ise TL varlıklarda değerlendirmenin daha makul olacağını düşündüğü için. Ama sonuçta işletmeler, seçim öncesinde olduğu kadar yüksek bir kur riski öngörmüyor.
Girdisi ithal, gelirinin bir bölümü döviz olan şirketlerin kredilerinin döviz olmasında bir anormallik yok. Dünyada 2008 krizi sonrasındaki 10 yıllık dönemde Çin’den sonra dolar cinsi borcu en fazla artan ülke Türkiye’ydi. 2018 kur şoku, sonrasında yaşananlar derken, şirketler çok sert yükselen döviz borcundan kaçarak TL borca yönelmek durumunda kalmışlardı.
Şimdi devran yeniden dönüyor olabilir.
Üstelik Türk bankalarından alınacak döviz cinsi krediler tek kaynak değil. Yurtdışından alınacak uygun maliyetli ECA gibi ihracat yatırım kredileri, uluslararası kuruluşlardan alınabilecek yatırım odaklı krediler de var. Ölçek büyüdüğünde Yatırım Taahhütlü Avans Kredisi imkânları da gözetilebilir.
Ülke olarak kronik bir sermaye açığımızın olduğu bir gerçek. Eğer ki yabancı para gelir yaratabiliyorsa, yabancı para borçlanmaktan yana da sakınca yok. Nitekim içinde bulunduğumuz dönem itibarıyla; işletmelerimizin sürekliliği için ve başta bahsettiğim faaliyetlerin bir şekilde devam edebilmesi için her halükarda menşei fark etmeksizin kaynak ihtiyacı var. Bu kaynak da yabancı paraysa; bunu edinenin yabancı para geliri elde etmeye çabalaması; yani ihracatçı olmak için bir şeyler yapması gerekiyor.
Bundan sonrasında Türkiye’de ihracat ağırlığını artırmayan sanayicinin hayatı eskisine göre çok daha zor olacak.