Dünya Bankası’nın Dünya Kalkınma Raporu’nda “orta gelir tuzağının” gelişmekte olan 108 ülkedeki ilerlemeyi engellediği belirtilirken, Çin, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika’nın da aralarında bulunduğu 100’den fazla ülkenin gelecek yıllarda yüksek gelirli ülkeler olma çabalarını engelleyebilecek ciddi engellerle karşı karşıya olduğu kaydedildi.
Raporda, 1990’dan bu yana yalnızca 34 orta gelirli ekonominin yüksek gelir statüsüne geçmeyi başardığı ve bunların üçte birinden fazlasının ya Avrupa Birliği’ne entegrasyondan ya da daha önce keşfedilmemiş petrolden yararlandığı ifade edildi.
Raporu katkı sunan isimlerden Chicago Üniversitesi Öğretim Üyesi olan ve geçmişte IMF, OECD, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası ve Danimarka Bilim ve Eğitim Bakanlığı’na danışmanlık hizmetleri veren Prof. Dr. Ufuk Akçiğit, Bloomberg Businessweek Türkiye’ye raporun detaylarını anlattı.
Ekonomik büyüme, teknolojik yaratıcılık, inovasyon, girişimcilik, verimlilik ve firma dinamikleri üzerine araştırmalar yapan Akçiğit, dünya nüfusunun yüzde 75’ine denk gelen “orta gelirli” ülkelerin neden ilerleyemediğini detaylı bir şekilde anlatırken, Türkiye için de yol haritası çizdi.
Ufuk Akçiğit, Türkiye ekonomisinin 1980’lerden beri en büyük sorununun “sürdürülebilir verimlilik artışı” olduğunu ancak ana soruna odaklanmak yerine döviz kurları, faiz oranları, enflasyon üzerine tartışmalar yürütüldüğünü ve bu yüzden ilerleme kaydedilemediğini ifade etti.
Akçiğit, Türkiye’nin önemli bir küresel oyuncu olma potansiyeline sahip olduğunu belirtirken, mevcut ekonomi politikalarının da temel sorunlarını ele almakta yetersiz olduğunu söyledi.
“Son 10 yılda ‘orta gelirlilerin’ durumu daha da kötüleşti”
Dünya Bankası’nın Dünya Kalkınma Raporu için siz ve ekibiniz kapsamlı bir çalışma yürüttünüz. Öncelikle raporda öne çıkan detaylar neler?
Dünya Bankası’na göre, orta gelirli ülkeler dünya nüfusunun yüzde 75’ine ev sahipliği yapıyor ve küresel GSYİH’nın neredeyse üçte birini oluşturuyor. Türkiye’nin de içinde bulunduğu bu ülkeler zamana karşı bir yarış içinde. 1990’lardan bu yana, 34 ülke düşük gelir seviyelerinden kurtulup aşırı yoksulluğu ortadan kaldırmayı başardı ve bu da son 30 yılın kalkınma açısından harika geçtiği yönünde genel bir algıya yol açtı. Ancak bu, dünyanın üçte ikisinden fazlasının günde bir dolardan az bir gelirle yaşadığı bir dönemden kalma son derece düşük beklentilerden kaynaklanıyor. Kişi başına geliri bin 136 ile 13 bin 845 dolar arasında değişen 108 orta gelirli ülkenin hedefi, önümüzdeki 20-30 yıl içinde yüksek gelirli ülke statüsüne ulaşmak. Bu hedefe göre değerlendirildiğinde ise tablo karanlık: 1990’dan bu yana yüksek gelirli statüsüne geçen orta gelirli ekonomilerin toplam nüfusu 250 milyondan az, yani Pakistan nüfusu kadar.
Son 10 yılda, orta gelirli ülkelerin durumu daha da kötüleşti. Artan borçlar ve yaşlanan nüfuslar, gelişmiş ekonomilerde artan korumacılık ve enerji geçişini hızlandırma baskılarının artmasıyla, günümüzün orta gelirli ekonomileri giderek köşeye sıkışıyor. Bugünkü orta gelirli ülkelerde yaşayan 6 milyar insanın ülkelerinin bir veya iki nesil içinde yüksek gelirli statüsüne ulaşmasını görme olasılığı oldukça düşük hale geldi.
1950’lerden bu yana edinilen kalkınma tecrübesine ve Schumpeterci ekonomistler tarafından yapılan ekonomik analizlerdeki ilerlemelere dayanarak, Dünya Kalkınma Raporu 2024 (WDR 2024), gelişmekte olan ülkelerin “orta gelir tuzağı”na düşmemeleri için izleyebilecekleri yolları belirliyor.
“İtici güç gerçek verimlilik artışı”
Peki “Orta gelir tuzağı”ndaki ülkelerin ortak noktası nedir, hangi hatalar ilerlemeyi durduruyor?
Ekonomik büyüme kısa vadede sermaye birikimi gibi çeşitli faktörlerden etkilenebilir. Ancak, uzun vadede ekonomik büyümenin tek sürdürülebilir itici gücü gerçek verimlilik artışıdır. Verimlilik, bir ülkenin kaynaklarını en etkili şekilde nasıl kullanarak üretimi maksimize ettiğini belirler.
Birçok orta gelirli ekonominin ortak bir özelliği, politika yapıcıların verimlilik odaklı yüksek kaliteli büyümeye öncelik vermemeleridir. Bunun yerine, genellikle sermaye birikimiyle beslenen düşük kaliteli büyümeye odaklanırlar. Sermaye birikimi kısa vadede büyümeyi artırabilir, ancak uzun vadede verimlilik odaklı büyümenin sunduğu sürdürülebilir faydaları sağlamaz.
Bu ekonomilerde, “yaratıcı yıkım” kavramı—ki bu güçler, en iyi uygulamaları piyasaya getirerek ve verimsizlikleri ortadan kaldırarak verimlilik artışını sağlar—genellikle etkili bir şekilde işlemez. Firmalar dinamizmden yoksundur, yani yeni teknolojilere veya yenilikçi fikirlere yeterince yatırım yapmazlar. Sonuç olarak, bu ülkelerdeki büyük firmalar her zaman en verimli firmalar değildir. Büyük firmalara sahip olmak, eğer bu firmalar verimlilik odaklıysa faydalı olabilir, ancak bu tür firmaların piyasayı ele geçirme ve rekabeti engelleme riski de büyüktür. Orta gelir tuzağında sıkışmış birçok ülkede, büyük firmalar genellikle rekabetçi olmayan avantajlarla büyür, gerçek rekabetçilikle değil. Bu ekonomilerdeki hükümetler, büyük firmaları düzenleme veya disipline etme konusunda genellikle başarısızdır, bu da onların rekabet karşıtı davranışlarda bulunmalarına izin verir.
Orta gelirli ekonomilerdeki diğer yaygın bir sorun, yeteneklerin yanlış kullanılmasıdır. Yüksek vasıflı bireylerin en kıt kaynaklardan biri olmasına rağmen, bu ekonomiler genellikle en yetenekli insanların yükselmesine fırsat vermez. Sonuç olarak, ekonomi için hayati öneme sahip kritik roller, bu pozisyonlara uygun olmayan kişiler tarafından doldurulur.
Ayrıca, bu ülkeler yüksek teknolojiyi ve doğrudan yabancı yatırımı çekmekte zorlanır ve yurtdışındaki vatandaşlarını, başka yerlerde geliştirilen en ileri fikirler ve teknolojilerden yararlanmak için kullanamazlar.
Küresel pazardan ileri teknolojileri benimseme fırsatı açık olmasına rağmen, bu ekonomiler genellikle bu fırsatı değerlendirmez.
Buna ek olarak, devlet mülkiyetindeki işletmeler genellikle gerekli kritik sektörlerin (eğitim, sağlık vb) ötesinde piyasaları domine eder, bu da özel girişimcilerin bu piyasalara girip rekabet etmelerini caydırır. Bu hakimiyet, bu ekonomilerin orta gelir tuzağından kurtulmak için ihtiyaç duyduğu dinamizmi ve yeniliği daha da bastırır.
“Türkiye’nin hızlı hareket etmesi gerekiyor”
Türkiye orta gelir tuzağından çıkmak için nasıl bir yol haritası çizmeli? Sürdürülebilir bir kalkınma için ne kadar zaman gerekiyor?
Türk ekonomisinin orta gelir tuzağından kurtulabilmesi için verimlilik odaklı büyümeye öncelik verilmesi hayati önem taşıyor. Bu hedefe ulaşmak, politika yapıcıların kapsamlı ve sabırlı bir yaklaşımını gerektirir, çünkü atılması gereken adımlar çok sayıda ve karmaşıktır. Dünya Kalkınma Raporu’nda vurgulandığı gibi, ülkeler genellikle üç ana gelişim aşamasından geçer: ilk olarak, yoksul ülkeler için sermaye birikimi; ikinci olarak, orta gelirli ülkeler için küresel teknolojilerin ve fikirlerin entegrasyonu ve üçüncü olarak, ileri ekonomiler için inovasyona odaklanma.
Türkiye şu anda ikinci aşamada yer almaktadır, bu da ülkenin kendisini küresel değer zincirlerine aktif bir şekilde entegre etmesi, uluslararası işbirliklerini teşvik etmesi, doğrudan yabancı yatırımları çekmesi ve yurtdışındaki diasporasından etkin bir şekilde yararlanması gerektiği anlamına gelir. Bu adımlar, yeni fikirlerin ve teknolojilerin ülkeye gelmesi açısından kritik öneme sahiptir. Bu unsurlar yerine oturduğunda, yerel piyasalar rekabetçi olmalı ve girişimciler, yeni ürünler ve teknolojiler sunma konusunda teşvik edilmelidir; bu sayede çabalarının karşılığını alabileceklerinden emin olurlar.
Sanayi politikası, verimli olan ve büyümeye çalışan ancak finansal engellerle karşılaşan firmaları desteklemeye odaklanmalıdır. Politikalar, firmaların büyüklüğüne göre değil, performanslarına göre şekillendirilmeli; bu da liyakat gösteren firmaların gerekli desteği almasını sağlamalıdır. Türkiye’de KİT’lerin yoğun olduğu alanlarda, özel sektör Ar-Ge yatırımlarından geri durmaktadır. Devlet yatırımları, özel sektör yatırımlarını tamamlamalı ve teşvik etmeli, onları geri plana itmemelidir.
Ayrıca, Türkiye hem yerel hem de küresel yetenek havuzlarını daha etkin bir şekilde kullanmalıdır. Dijital devrim, sağlık hizmetlerindeki ilerlemeler ve küresel enerji dönüşümü gibi büyük küresel değişimler, Türk ekonomisi için yeni fırsatlar sunuyor. Doğru stratejilerle Türkiye, önemli bir küresel oyuncu olma potansiyeline sahip, ancak bu fırsatlar kaybolmadan önce hızlı hareket etmesi gerekiyor.
“Mevcut politikalar temel sorunlar konusunda başarısız”
Ekonomi yönetimi sık sık verimlilik artışına, sürdürülebilir büyümeye ve yapısal reformlara vurgu yapıyor. Peki şu anda uygulanan politikalar doğru bir patikada ilerlediğimizi gösteriyor mu?
Uzun bir süredir, Türk ekonomisinin en büyük sorununun sürdürülebilir verimlilik artışının eksikliği olduğunu vurgulamaya çalışıyorum. Verilere baktığımızda, başarılı ülkelerin orta gelir tuzağından kurtulmak için tutarlı bir verimlilik artışını sürdürebildiklerini görüyoruz.
Ancak, Türkiye’nin 1980’den bu yana büyüme bileşimini incelediğimizde, endişe verici bir tabloyla karşılaşıyoruz: Türk ekonomisi zamanın yaklaşık yüzde 50’sinde pozitif verimlilik artışı yaşarken, diğer yüzde 50’sinde negatif verimlilik artışıyla karşı karşıya kalıyor. Yani bu, bir adım ileri, bir adım geri gitmeye benziyor ve nihayetinde verimlilikte anlamlı bir iyileşme sağlamıyor.
Bu durum 1980’lerdan beri Türk ekonomisinin ana sorunu olmasına rağmen, ulusal ekonomik tartışmalar döviz kurları, faiz oranları ve enflasyon üzerine odaklanmış durumda. Sonuç olarak, tartışmalar hiçbir zaman gerekli yapısal reformlara ve sorunun kökenini ele almak için atılması gereken kritik adımlara kaymıyor. Maalesef, mevcut ekonomik politikalar da bir istisna değil. Bu, Türk ekonomisinin temel sorunlarını ele almakta başarısız olduğunu gösteriyor.
Unutmamak gerekir ki, doğru adımlar nihayet atıldığında bile, bu yatırımların getiri sağlaması ve verimliliğin sürdürülebilir olarak artması için önemli bir süreye ihtiyaç var. Ne yazık ki, bu hayati adımlar şu anki tartışmaların bir parçası bile değil gibi görünüyor.
“Orta gelirliler kritik öneme sahip”
Orta gelir sınıfına da değinmek istiyorum, bu rapordan bağımsız olarak orta gelirli sınıfın yok olması ülke ekonomileri için hangi riskleri barındırıyor?
Orta gelirin yok olması, birçok sosyal sorunun yanında, çok kritik iktisadi sorunlar da yaratacaktır. Güçlü bir orta sınıf, ekonomik dinamizm ve sosyal hareketlilik için kritik öneme sahiptir. Orta gelir grupları geliştiğinde, eğitim, sağlık hizmetleri ve diğer hayati alanlara yatırım yaparak yenilikleri teşvik eder ve gelecek nesiller için fırsatlar yaratır. Orta sınıf, küçük ve orta ölçekli işletmelerde kilit rol oynayarak istihdam yaratımını ve ekonomik çeşitliliği destekler.
Daha kaliteli hizmetlere olan talepleri, endüstrileri iyileştirmeye zorlar ve genel ekonomik gelişmeye katkıda bulunur. Ayrıca, orta sınıf vergi yoluyla kamu hizmetlerine önemli ölçüde kaynak sağlar, bu da eğitim ve sağlık gibi temel hizmetlerin yeterince desteklenmesini garanti eder.
Eğer orta sınıf kaybolursa, tüketici harcamalarında keskin bir düşüş, azalan iş faaliyetleri ve daha az iş fırsatı ortaya çıkacaktır. Ekonomi, büyük olasılıkla kutuplaşacak—yani, zengin ve fakir arasındaki uçurum derinleşecek—gelir eşitsizliği artacak ve sosyal hareketlilik azalacaktır. Bu da, nihayetinde yenilikçiliği ve ekonomik büyümeyi engelleyecektir.
Güney Kore ekonomisindeki dönüşümün sırrı
Güney Kore gelişmiş ülke kategorisine girmeyi nasıl başardı?
Güney Kore’nin başarı hikayesi oldukça derin ve çok yönlüdür. 1960’ların başında, Kore dünyanın en az gelişmiş ülkelerinden biriydi ve kişi başına düşen gelir bin 200 ABD dolarının altındaydı. Bugün ise bu rakam yaklaşık 33 bin ABD dolarına yükseldi. Kore ekonomisi verimlilik bazlı büyümenin adımlarını çok doğru bir şekilde attı. Daha önce de belirttiğim gibi, verimlilik için teknolojik gelişme olmazsa olmaz bir unsur. O nedenle Kore sanayi politikaları ilk önce teknolojik altyapılarını güçlendirmeye odaklandı. Ekonomilerindeki olağanüstü dönüşümünün kilit unsurlardan biri, yabancı teknolojilerin Kore’ye getirilmesi ve ülkelerine uyarlanması üzerineydi. Bu süreç, daha sonra inovasyon odaklı politikalara geçişle daha da güçlendirildi.
Kore’nin 1960’lardaki ilk büyüme hamlesi, kamu yatırımları ve özel sektör yatırımlarının etkin şekilde kullanılması ile başladı. Bu, hızlı ekonomik kalkınmanın zeminini hazırladı. 1970’ler ve 1980’ler boyunca Kore’nin büyümesi, firmaların yabancı teknolojileri benimsemesini ve uyarlamasını aktif olarak teşvik eden bir sanayi politikası ile güçlendirildi.
Eski doktora öğrencim ve şu anda IMF’de araştırmacı olan Younghun Shim, Kore’nin bakanlık arşivlerini kapsamlı bir şekilde inceledi. Koreli firmaların, özellikle “chaebol” olarak bilinen aile şirketlerinin, yabancı lisans ödemeleri için vergi kredileri aldıklarını ve yabancı teknolojileri, özellikle Japonya’dan gelen teknolojileri ithal edip uyarlamada öncü olduklarını gösterdi. Örneğin, başlangıçta bir makarna şirketi olan Samsung, elektronik sektörüne girmeye karar verdiğinde, Sony’den birçok patent lisansı aldı ve mühendislerini bu teknolojileri öğrenmek üzere Japonya’ya gönderdi. Kore hükümeti, Sony’den alınan lisans masraflarını sübvanse ederek, sanayi büyümesini destekledi. Koreli büyük firmalar küresel rakipleriyle rekabet etmeye başladıkça ve altyapıları güçlendikçe, sanayi politikası “yabancı teknolojileri uyarlama” stratejisinden “inovasyon” stratejisine kaydı.
Koreli firmalar ürettikleri ürünlerde daha yetkin hale geldikçe, uzman mühendislik ve yönetim becerilerine sahip işçilere olan talepleri de arttı. Eğitim Bakanlığı, artan talep nedeniyle üniversitelere yeni eğitim hedefleri belirleyerek ve bütçelerini artırarak kritik bir rol oynadı.