Bizler Türkiye’de tasarruf paketi, enflasyon, kur ve faiz politikaları tartışmaları içinde kaybolmuşken üç hafta önce New York’taki Birleşmiş Milletler (BM) Genel Merkezi’nde Türk şirketlerini de ilgilendiren çok önemli bir toplantı düzenlendi.
Dünyanın karşı karşıya kaldığı tüm savaşlar, çatışmalar, jeopolitik belirsizlikler, giderek artan gelir eşitsizlikleri ve yoksulluk karşısında kalkınmaya ilişkin zorluklarla mücadele etmek amacıyla küresel finansal yapıyı dönüştürmeyi amaçlayan “Kalkınmanın Finansmanı Forumu”, Nisan ayı sonunda BM ev sahipliğinde gerçekleştirildi. (Dördüncü Uluslararası Kalkınmanın Finansmanı Konferansı ise 30 Haziran- 3 Temmuz 2025’te İspanya’da düzenlenecek.)
Bu toplantıların temel amacı, küresel sürdürülebilir kalkınma ve iklim hedeflerine ulaşmanın önündeki finansal engellerle başa çıkabilmek. Forumda konuşan BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, gelişmekte olan birçok ülkenin, kalkınma finansmanının eksikliği nedeniyle sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşabilmek için ihtiyaç duydukları yatırımları yapamadıklarına dikkat çekti.
Toplantının sonunda yayınlanan sonuç bildirgesinde yer alan ve üye ülkeler arasında tam bir görüş birliği bulunan konulardan biri de, kalkınmanın finansmanında özel finans kurumlarının ve şirketlerin oynayacak önemli bir rolü bulunduğu gerçeğiydi.
Peki iş dünyası ve şirketler, sürdürülebilir kalkınmaya nasıl katkıda bulunabilir? Dahası, sürdürülebilirliğe destek verip dünyayı değiştirirken aynı zamanda para kazanmak ve kâr etmek mümkün mü? Gelin, bu yazıda bu sorunun cevabını arayalım.
Dünyada “Küresel kalkınma ve insani yardımın Bloomberg’ü” olarak bilinen “Devex”in Kurucu Başkanı ve “The Business of Changing the World” (Dünyayı değiştirme iş kolu) kitabının yazarı Raj Kumar, küresel kalkınmanın önde gelen isimlerinden biri. Raj Kumar’la bir kez yüz yüze geldiğimiz bir etkinlikte, kendisine “Aynı anda dünyayı kurtarıp kâr etmek mümkün mü?” sorusunu sorma fırsatı buldum.
Raj Kumar’a göre sürdürülebilir kalkınma ve insani yardım endüstrisi artık kökten bir şekilde değişime uğramış durumda. Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası gibi aygıtlarla ‘kalkınma ve insani yardım’ konusuna hep devletler ya da devletlerarası kuruluşlar öncülük etti. Şu anda bizim aşina olduğumuz kalkınma ve insani yardım dünyasında, Dünya Bankası, UNICEF, Bill Gates Vakfı vs. gibi kuruluşlar bulunuyor. Ancak özellikle son 15 yılda bu durum büyük bir değişim ve dönüşüme uğradı.
Artık dünyadaki çok uluslu şirketler ve ülkelerdeki büyük şirketler; bizzat kendi sosyal sorumluluk, kalkınma ve insani yardım kampanyalarını yürütüyor. Artık bütün dünyada şirketlerin kurduğu ve yeni yeni ortaya çıkan o kadar çok kalkınma ajansı, vakıf, insani yardım kuruluşu vs. var ki küresel kalkınma piyasasının önümüzdeki yıllarda çok daha fazla bir ivme kazanacağına kesin gözüyle bakılıyor.
Peki çok uluslu ve büyük şirketler, nasıl oldu da ihtiyaç sahiplerine yardım etmeye ve kalkınma ajandasına katkı sunmaya başladı? Bu anlayış ve felsefe, nasıl oldu da iş dünyasının bir parçası haline geldi? Dahası bu durum, mevcut kapitalist sistemde bir şablon değişikliğine mi işaret ediyor?
Raj Kumar bu soruya şöyle yanıt veriyor: “Bana göre bu durum, kapitalist sistemin şablonlarındaki bir değişimin başlangıcına işaret ediyor. Ancak hâlâ kat edilecek çok yol var. Bu yolu kat etmenin birinci ve en etkin yöntemlerinden birisi, tüketici baskısı. Dünyada özellikle de yeni nesilde tüketici davranışları artık değişmiş durumda. Artık insanlar bir ürünü satın alırken o ürünün üretim sürecinde çevreye zarar verilmemesi, çocuk işçi ve ucuz işgücü kullanılmaması gibi kriterlere bakıyor. Bilinçli tüketiciler, dünyada iyi ve güzel şeyler yapan şirketlerin ürünlerine yöneliyorlar. Ve bu kitlelerin sayısı her geçen gün artıyor.”
Raj Kumar’a göre dünyadaki en büyük şirketlerin çoğu artık şunu anlamış durumda: Küresel anlamda teknolojinin ve bilgi ağının genişlemesiyle birlikte artık en fakir halklarla bile bir bağlantıları var. Kumar, “Bunun en büyük örneklerinden biri Starbucks. Bugün herhangi bir Starbucks mağazasına girin, sattıkları kahve Ruanda, Etiyopya ya da Guatemala gibi nüfusun çok yüksek oranda aşırı yoksulluk içinde yaşadığı ülkelere ait. Yani Starbucks gibi büyük bir şirket bile o yoksul çiftçilerden kahve alıyor. Ve alırken de o kahvenin kalitesinin iyi olduğundan, üretimin sürdürülebilir olduğundan, üretim sürecinde çocuk işçilerin çalıştırılmadığından ve o çiftçilerin hakkını aldığından emin olmak zorunda. Çünkü tüketici, örneğin sizin çocuk işçi çalıştırdığınızı öğrenirse, sosyal medyanın da etkisiyle aniden sizi terk edebilir. Yani bu olumlu toplum baskısı nedeniyle büyük şirketler de birdenbire kendilerini sürdürülebilir kalkınmanın tam göbeğinde buldular” diyor.
Kumar’a göre bu büyük şirketlerin birçoğu şu gerçeği çok iyi anladı: Sürdürülebilir iş modeli, sadece tüketici baskısından dolayı değil, kendi kâr kuruluşları ve iş modelleri için de daha iyi sonuçlar verdiği için tercih etmeleri gereken bir yol. Çünkü sürdürülebilir iş modelini benimsedikleri zaman hem daha verimli bir şirkete sahip olduklarını hem de daha çok kâra geçtiklerini gördüler.
Sonuç olarak geldiğimiz noktada dünyadaki en iyi ve en büyük şirketlerin, çevresel etkenlerden tutun da üretim zincirine kadar her alanda sürdürülebilirlik ve kalkınma hedeflerinde son derece iddialı olduklarını görüyoruz. Bence bu durum, kurumsal dünyada çok büyük değişim ve dönüşümlerin yaşandığını gösteriyor.
Raj Kumar’a göre de sadece iş dünyasında değil, tüketicilerin, çalışanların, yatırımcıların, kısacası çalışma dünyasındaki herkesin, kendi alanında bu değişimi hissettiği yeni bir çağa giriyoruz.