Cumhuriyet’in ilk yılları koşullar zorluydu. Borçlu başladık. Nüfus artıyor ve istihdam yaratma zorluğu doğuyordu. Sanayi istenilen ölçüde ivme kaydedemiyordu. Devletin gelişime ve zamana ihtiyacı vardı. 1937 yılında Devletçilik ilkesi anayasaya eklendi.
Artık devlet, ekonomiye kendi yol gösterecekti. Ekonomi planlaması ağırlıklı olarak sanayileşme üzerine kuruluydu. O döneme kadar uzanan evrede toprakla haşır neşir olan toplumumuz, sanayiye gelen yatırımlar, burada işgücünün refahında zamanla kaydedilen artışı görerek meyletmeye başladı. Sanayileşmenin ilk adımlarının atıldığı dokuma, madencilik, kimya gibi alanlarda fabrikalar kuruldu. 1930’larında anayasaya girene kadar benimsenen devletçilik ilkesi, bu 10 yıllık süreçte sanayinin milli hasıladan aldığı payı ikiye katladı.
Tarımınkini ise yarı yarıya düşürdü. Sonrasında ise İkinci Dünya Savaşı’na girmesek bile ekonomimiz üzerinde etkileri derinden hissedildi. Savaş sonrasında ise siyasi etkenlerle ekonomi o günün gündemindeki yerini kaybetti. Tüm bunlar olurken bir yanda devalüasyon, çeşitli vergi düzenlemeleri gördük. Nihayetinde kamu harcamalarımızı karşılayacak paramız yoktu. 1947 yılında ilk kez IMF hayatımıza girdi. 1950’lerde siyasi bakışın değişmesiyle liberal politikalara yöneldik. Tarım, başta makineleşme yoluyla dış kaynaklarla desteklenirken ülkede ihracatın artışı ana hedefti. İhracat, ekonomiyi büyüttü. Ancak yine de 1953’te dış kaynaklar, ödemelerimizi karşılayamaz hale gelmişti. Yine de millileştirme yerini, ithal ikamesine bırakmıştı bile. 1970’lere kadar kalkınma planları ve IMF stand-by düzenlemeleri derken, temelinde önce çiftçi sonra sanayiciydik özetle. 1970’ler sonrası tarımdaki kaynakların sanayiye yönlendirilmesi her ne kadar tarım kesiminde tepkilere yol açsa da 1960’lar sonrası Türkiye’ye yabancı sermaye yatırımları gelmeye başlamıştı. Sanayiciler üretimde gaza bastı ve ticarete yöneldik.
Arada yaşanan siyasi ve ekonomik birçok olaya rağmen 2000’li yıllara kadar bu kompozisyon devam etti. Sonrasında ise geçen yılların ve o süreçte gelişen ekonominin yarattığı istihdam, kazananı tüketmeye yönlendirdi.
Değişen dünyada ürettiğini tüketebilecek kadar da bir refaha sahip olan ülkemiz, hizmet sektöründe son 20 yılda ciddi bir sıçrama yaşadı. Bugün geldiğimiz noktada hizmet sektörü, toplam istihdamımızın yarısını sağlıyor. Tarımdan ve sanayiden sonra hızla büyüyen bu tüketim isteği, bu iki sektörü geride bıraktı. Birilerinin mal ve mamül üretmesi; tüketim isteğine yetişmek için şart oldu. Sanayicimiz önce büyüyen dünyayı lehine çevirmek için ihracatçı olmuştu, sonrasında ise artan refahın doğurduğu mal mülk sahibi olmak isteyen toplum için müteahhit oldu. Hatta o kadar mal mülk sahibi olmak isteyen vardı ki, tarım sektörü kendi sermayesi olan toprağı mala mülke kurban etmeye başladı.
Türkiye’de iş yapmaya çalışan herkes günün sonunda para kazandı. Kısacası herkes para kazandırdığını düşündüğü her işe, yeri geldi şapkasını değiştirip girdi. Genç nüfus vardı, çalıştı, kazandı, aldı. Ama temelinde üretti. Üretmek ve uyum sağlamak için çaba sarf etti. Çünkü potansiyel vardı. Hâlâ var. Fakat şimdi ürettiğini alacak potansiyel yok. Tüketim potansiyeli var ama refahı yetişmiyor. Burada anlattığım örgüde ekonomik aktivitemizin yarısını oluşturan hizmet sektörü bugün geldiğimiz noktada enflasyona yenilir. Ama hemen sonrasında üreteni yer.
Üreten, daha fazla potansiyel gördüğü yere yöneleceğim derken üretmekten vazgeçmemelidir. Payı tarımdan alıp, sanayiye vermek, sanayiden alıp inşaata vermek, hepsinden alıp yarısını hizmet sektörüne yüklemek risklidir. Biz bu riski yüksek enflasyon dönemlerinde gözlerimizle görürüz. Yakın geçmişte pandemi sonrası başlayan konut ve arsa fiyatlarındaki yükseliş, sanayicileri buraya itti. Üretmenin kazandırdığı parayı ona yüze katlayan kârlar, çiftçinin tarımdan hayatı boyunca çalışıp kazanamayacağı paralara satılan arsalarla tek seferde verildi. Ama tarımı ve sanayiyi düşürdük. Elimizde ise, üretmeden de tüketebileceğimiz bir hizmet sektörü var. Potansiyeli büyük, ama enflasyondan en fazla hasar alması muhtemel sektör de hizmet sektörüdür. Bugün Ar-Ge ve inovasyon kelimelerinin hepimize çok “havalı” geldiği noktada; hepimiz “girişimci” olmamalıyız diye düşünüyorum. Her zaman olduğu gibi bir ekonomi de bir nevi portföydür aslında. Riski dağıtmalı, ağırlığı tek bir yere vermemeliyiz. Yıllardır dilimize pelesenk olmuş “yapısal reform” belki de bunları gözeterek başlamalıdır. Kaynaklar hem emek hem de sermaye açısından hep dengeli olmalıdır ki her türlü şoka karşı daha dirayetli kalabilelim.