Almanya ekonomisi son iki yıldır durgun seyrediyor ve hatta geleceğe yönelik iyimser beklentilerin de oldukça zayıf olduğunu söyleyebilirim. İmalat sanayisine dair göstergeler 2017 yılından bu yana ivme kaybediyor ve bu düşüş son dönemde hızlanmış durumda. İşsizlik ise aynı istikrarla artarak yüzde 6’nın üzerine çıktı.
Bu hafta açıklanan veriler Alman ekonomisi için umutsuzluğun devam ettiğini gösteriyor. Açıklanan ön veriler Euro Bölgesi’nin en büyük ekonomisinin geçen yıl yüzde 0,2 daraldığına işaret ediyor. Yani bir önceki yılın yüzde 0,3 oranındaki daralma serisi devam etmiş oluyor.
Bu daralmanın ya da bu zorlu gidişatın sebepleri aşikar aslında. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından yükselen enerji maliyetleri, Çin ve diğer önemli ihracat pazarlarında talebin zayıflaması ve yavaş işleyen sistem gibi yapısal sorunlara kadar birçok önemli sorun iş dünyasının belini büktü. Öyle ki beraberinde erken seçimi de getirdi.
İş dünyası hali hazırda da önünü görmekte zorluk çekiyor. Geçen yılın sonunda Şansölye Olaf Scholz’un koalisyonun çökmesinin ardından ülke 23 Şubat’ta erken seçime gidiyor. Elbette seçimin bitmesi demek, hemen her şeyin düzene girmesi anlamına gelmiyor. Seçimin olası sonucuna dair beklentilere baktığımızda ise Friedrich Merz liderliğinde bir Hristiyan Demokrat Birlik hükümetinin iktidarına işaret ediyor. Şimdiye kadar bu kampın yürüttüğü kampanyalar, iş dünyasına daha çok müjde veriyor diyebiliriz. Daha az kanuni düzenleme, daha düşük vergiler iş dünyasına hitap ederken, genel olarak Almanya’da her kesimin eleştirdiği Merkel dönemindeki borç frenini esnetme ve kamu yatırımlarını artırma yönünde liberal vaatler de olası hükümetin ajandasında yer alıyor.
Borç konusunu biraz irdelemekte fayda var. Mevcut durumda Almanya’nın kamu borcu, gayrisafi yurtiçi hasılasının yüzde 60’ı düzeyinde bulunuyor. Avrupa’nın en büyük diğer ekonomileri ile bir kıyaslama yapmak gerekirse; Fransa’da yüzde 110, İtalya’da ise yüzde 140 seviyesinden bahsediyoruz. Dolayısıyla Alman ekonomisi teoride borçlanarak ekonomisini ayağa kaldırmak isterse, aslında diğer ülkelerden çok daha rahat durumda. Ancak şimdiye kadar ellerini sıkı tutmaları, günümüze geldiğimizde pahalıya patladı. 2000’li yılların başında Almanya’nın yaşam standardında ciddi bir artış olmuş, işgücü piyasası ve burada yapılan reformlarla işçilik maliyetlerinin düşürülmesi gibi iş yapma kolaylığının artırıcı pek çok adım atılmış, sonucunda ihracat rekorları kırılmaya başlanmış, küresel prestijli marka imajı dünya çapında vazgeçilmez hale gelmişti. Tabi o dönem, Çin’i de görmezden gelmemek gerekiyor. Bir yandan talep patlaması yaşayan dünyanın en büyük nüfusu, artık o yıllarda sisteme girmişti. Almanya’nın da senelerce sadık müşterisi olarak kaldı. Almanya buradaki nüfusa daha hızlı erişim sağlamak için Çinlilerle ortaklık kurmaya başladı. Bu rahatlıkla da Almanya zamanında çok güçlü olan altyapısını modernize edecek yatırımları ihmal etti. Bürokrasi hızlanamadı. Bu esnada Çin ise dünya ticaretinin kaderini değiştirecek çok önemli bir adımla, düşük maliyetli üretim stratejisini katma değerli üretime çevirdi. Hatta Alman şirketleri satın almaya, markaları alıp üretimi ülkelerine götürmeye, başta otomotiv sanayii gibi Almanların en güçlü kasına rakip olan kendi markalarını yaratmaya başladılar.
Almanya, seneler içinde elektrikli otomotiv devriminde Çin’den geride kalmaya başladı.
Küresel ekonomi iyiyken, ihracat devleri kıyasıya rekabette de olsa bu kadar dillendirilen bir sorun yoktu. Ancak Almanya’nın enerji tedarikçisi Rusya, Ukrayna’yı işgal edince enerji maliyetlerindeki artış, Alman sanayisinin küresel rekabet avantajını eritmeye başladı. Bir yanda Çin, bir yanda enerji fiyatları, bir yanda zayıflayan küresel talep; mevcut durumda Almanya ekonomisini tehdit ediyor. Yeniden oyuna dönmek için yenilenebilir enerji dönüşümüne yapılacak yatırımlar bile hem kaynak, hem zaman, hem yatırım iştahı gerektiriyor. Büyük Alman şirketlerinin üretim merkezlerini taşıması, küçülmesi, yavaş işleyen bürokrasiden şikayetleri, Çinlilerle maliyetten dolayı rekabet edemeyişleri, yaşlanan nüfus derken, Türkiye’nin en büyük dış pazarında iştah kesiliyor.
Gelişmiş bir ekonomi de olsanız, küresel konjonktürü yakalayamamak, rakiplerinizden geri kalmak bu yazıda anlatmaya çalıştığım gibi ciddi sonuçlar doğurabilir. Elbette her ülkede olduğu gibi hükümetlerin iktidarda kaldığı dönemde hızlı çözümlere ve kısa vadeli planlara daha çok ihtiyacı vardır. Ancak küresel bir güç olduğunuzda, bu rekabete yenilmemek için stratejiye ihtiyaç duyarsınız. Mesela burada örneklediğim Çin’in herkesin malumu olduğu üzere bir stratejisi ve uzun vadeli planları var. Bir sonraki yazımda, tıpkı Çin örneğinde vurgulamak istediğim gibi yakalanan fırsatları ve Türkiye olarak en büyük dış pazarımızın görünümü, yapılabilecekler ve fırsatlarla ilgili konulara değinmeyi planlıyorum. Bu haftalık bu kadar, haftaya görüşmek dileğiyle.