Ülkemizin tüm makroekonomik göstergelerinin içerisinde, en olumlulardan sayabileceğimiz verilerin istihdam piyasasına ait olduğunu söyleyebilirim. Ekonomik aktiviteye göre, hizmet sektöründe ağırlığın fazla olmasını her ne kadar doğru bulmasam da sadece sayılar üzerinden gidersek Türkiye ekonomisi istihdam yaratabilmektedir. En azından şimdiye kadar böyleydi.
Geçtiğimiz yıl, bir önceki yıla göre 880 bin, 2024 yılının son açıklanan verilerine göre ise bir önceki yılın aynı dönemiyle kıyasladığımızda 1 milyonu aşkın istihdam yarattık. Hem istihdam oranımız arttı, hem de işsizlik oranımız azaldı. Bizim gibi gelişen ekonomilerin hızlı büyüyebildiği dönemler vardır. Genişleyici diyebileceğimiz makroekonomik politikalar, istihdam piyasasında meyvelerini hızlı vermeye başlar. Nitekim hızlı büyümeler, beraberinde enflasyon getirebildiği ve ülkemiz büyürken enflasyon üretme maharetine sahip olduğundan dolayı, işveren, ihtiyacı olan istihdamı ne kadar erken yaratabilirse o kadar fayda sağlar. Büyümenin ivme kaybettiği dönemlerde ise devletler devreye girer. Çünkü istihdam piyasası, başta siyaset bakış açısıyla seçmenin kalbidir. Hiçbir hükümet, işsizliğin arttığı bir devrin müsebbibi olmak istemez. Bunun dünyada en bilindik örneğini salgın döneminde gördük. Bizde de işverene prim desteği gibi birçok farklı yöntemle istihdam piyasasını koruduk. O dönem uygulanan genişleyici makroekonomik politikalar bir yandan üretim kapasitesini de artırdığımız için, hem işsizliğe engel oldu, hem de üzerine istihdam yarattık.
Şimdi ise bu döngünün tersine döneceği eşiğe yaklaşıyoruz. İlk dokuz aylık verilere göre bütçemiz prim desteği kapsamında Sosyal Güvenlik Kurumu’na tüm yıl için aktarılacak tutarın aşıldığını gösteriyor. Dolayısıyla işverene istihdamı koruması için verilen destekler; sıkı maliye politikası uygulaması kapsamında ne kadar devam eder kısmından emin olmamakla birlikte; hali hazırda parlak diye bahsettiğim istihdamın bir de görünmeyen yüzümüz olan kayıt dışılığa doğru kaydırma riskinin gündeme alınması gerekeceğini gösterir.
Gelelim brüt 20 bin 3 TL, net 17 bin 2 TL olarak uygulanan asgari ücrete Temmuz’da ara zam yapılmazken, önümüzde yıl geçerli olacak asgari ücret zammı milyonlarca çalışanın ve pek tabii işverenin gündeminde. Mevcut durumda 17 bin 2 TL olan net asgari ücret, dört kişilik ailenin zorunlu temel gereksinimlerini hesaplayan açlık sınırının gerisinde kalıyor. Hükümetin son dönemde kamuoyuna yansıyan açıklamalarından, enflasyona endeksli bir artış yapılacağı anlaşılıyor. Ancak buradaki temel tartışma 2025 yılında Orta Vadeli Program’ın enflasyon beklentilerine paralel bir artışla yapılırsa, yani yüzde 17.2 oranında bir artıştan, eğer son 12 aylık TÜFE üzerinden gidersek yüzde 40 civarı bir artıştan bahsediyor olacağımız anlamına geliyor. 12 aylık TÜFE dediğimiz ise 2024 yılının son enflasyon rakamı, bu da yine beklentiler doğrultusunda gerçekleşirse yüzde 40’a tekabül ediyor.
Diğer yandan merkezi yönetim bütçemizin uygulama sonuçları yılbaşından bu yana 1 trilyon TL’yi aşkın açığımız olduğunu gösteriyor. Sadece durum tespiti yapmak adına, Türkiye’de finansal kesim dışındaki firmaların 289 milyar dolarlık yükümlülükleri, 165,5 milyarlık varlıkları var. Hedefimiz seneye yine yüzde 4 büyüme. Talep zayıf. Enflasyon katı. Hayat pahalı. Bu kompozisyonda işçinin de işverenin de kaynak yaratılmadan, üretim hacmi artırılmadan, hatta daha kime ne için üretileceği muğlakken, 2025 yılında 532 bin kişilik istihdamı nasıl yaratacağımız kısmı bence soru işareti. Endişem ise işveren kanadında maliyet kısılmaya ilk olarak istihdamdan başlanması. Ücret artışlarını enflasyona göre ayarlamak elbette açıklanabilir. Ama bizim gibi enflasyonu da öngörülemez ve oynak olan ülkelerde gerçekleşen ve beklenen enflasyon arasındaki farkın bu denli büyük olması çalışan kesim açısından öngörülemezliği büyütüyor. Ama bu sene, geminin mevcut yükünün de fazla olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla işveren tarafında işçilik giderlerinin toplam giderler içindeki payının hızla yükseldiği bir seneyi geride bırakacağız. Talebin zayıf olduğu yerde, istihdam artırmak bir yana işsizliğin artmasının önüne geçmek gerekiyor. Dolayısıyla çalışan her zaman hakkını almalı, ama bu sene işveren itirazının daha sesli olabileceğini de göz ardı etmeden önlem alınmalı diye düşünüyorum.