Geçtiğimiz haftaki yazımda ülkemizin en büyük ihracat pazarı olan Almanya ekonomisindeki belirsizliklerden ve yıllardır Almanya ile ticari ilişkilerini geliştiren Çin’in ibreyi yıllar içerisinde nasıl başarıyla kendisine döndürdüğünden bahsetmiştim. Bugünkü yazımda ise en büyük dış ticaret ortağımızın kendi ekonomimiz açısından mevcut durumda ne gibi fırsatlar barındırdığına değinmek istiyorum.
Türkiye ve Almanya arasındaki ekonomik işbirliği, tarihimiz boyunca stratejik bir öneme sahipti. Günümüze geldiğimizde ise, hem küresel hem özgün ekonomik koşullardan dolayı her iki ülkenin de küresel rekabetten geride kalmasına sebep olacak dezavantajlar meydana geldi. Türkiye’de finansman ve markalaşma ihtiyacı, Almanya’da ise karar alma mekanizmalarının yavaş işleyişi, risk algısının düşük olması, yaşlanan nüfus her iki ülkenin işbirliği sayesinde küresel rekabette avantaj sağlamalarına yol açabilir diye düşünüyorum.
Öncelikle coğrafi olarak yakınlığımız salgından sonraki dönemlerde ülkelerin tedarik zincirindeki aksamaları bertaraf etmeleri için kendilerine yakın coğrafyaları tercih etmesinden kaynaklı birinci avantaj olarak sayılabilir. İkinci olarak küresel ticaret pazarından daha fazla pay edinebilmek, yeni pazarlar bulabilmek ve Afrika gibi potansiyel pazarlarda her iki ülkenin de ticari faaliyetlerini kuvvetlendirmek adına güç birliği yapabilmesini önemli görüyorum.
Bizim açımızdan en büyük eksiklik olarak saydığım finansman ihtiyacı, Almanya tarafında evvelden beri en büyük güç. Ancak bu kaynağı kendileri için bile değerlendirmelerinin önündeki en büyük engel düzenlemeler ve ağır işleyen sistem olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle teknoloji yaratma konusunda her ne kadar insan kaynağı barındıran iki ülke olsak da bu işlere kaynak ayırmak hususunda her iki ülkenin zayıflığı, yeteneklerin fırsatları başka yerlerde aramasına yol açıyor. O yüzden teknolojiden ziyade, her iki ülkenin de mevcut durumda tecrübeli olduğu sanayiden ilerlemek bana daha anlamlı ve yapılabilir geliyor. Burada gördüğüm birkaç fırsatı ve öneriyi de birkaç örnekle açıklamak isterim.
Ülkemiz sanayi sektöründe Almanya’nın hem pazarı, hem de müşterisi konumunda bulunuyor. Yani Türkiye olarak, Almanya’nın ürettiği makinaları satın alıp, bu makinalarla ürettiklerimizi Almanya’ya satıyoruz. Türkiye’de mevcut durumda sıkı iktisadi koşullar, hem yatırımı, hem üretimi, hem de talebi yavaşlatırken bir yanda Almanya açısından bu yavaşlama makine üreticilerinin satışlarının da yavaşlamasına yol açıyor. Türkiye gelişen bir ülke olması hasebiyle, genellikle şirketler özkaynaktan fazla dış finansman kaynaklarına başvurarak üretimlerini artırırlar. İçinde bulunduğumuz dönemde sanayi sektörü için üretilen makinaların finansmanında kullanılan yöntemlerden biri de ECA finansmandır. ECA ile temin edilen kredi makine üreticisi olan ülkenin, bulunduğu ülkede mukim bir banka tarafından verilerek, bu krediler yine o ülkenin sigorta şirketi tarafından sigorta edilir. Bu finansmanın en önemli şartı ise, o ülkeden alınan malın payının toplam yatırım tutarı içerisinde yüzde 50’den fazla paya sahip olmasıdır. Ancak Türkiye örneğinde toplam yatırım tutarının kalan yüzde 50’si için de finansman ihtiyacı vardır. Ülkemizin en önemli problemi yatırımlara uzun vadeli kaynak bulamayışımız olduğu için, yatırımlar tamamen sekteye uğrama ihtimaliyle karşı karşıya kalmaktadır. Dolayısıyla burada üretimi canlandırmak, daha net bir ifadeyle her iki ülkenin de sanayisini canlı tutmak adına Almanya’dan şirketler, kendi iş kollarında, Türk bir şirketten azınlık payı da olsa hisse alabilir. Bu hissedarlık ECA sigorta kuruluşları tarafından çoğunluk hissedarı Türk şirketi olan ve Türkiye’de üretim yapan şirketi ECA finansmanı sağlamak için sigorta kapsamına alabilir. Böylece Türkiye’de yapılacak yatırımların Almanya’dan finansman yardımıyla hızlanabileceğini ve Almanya’nın daha uygun maliyetlerle, işgücü sıkıntısı olmadan Türkiye’de üretim yaptırabileceğini düşünebiliriz. Türkiye bu yatırımlar sayesinde Alman markasını kullanabileceği için, hem finansman hem de markalaşma sorununa çözüm bularak, dış pazarlarını her iki tarafın menfaatine artırabilir. Aynı zamanda Türkiye’de yapılan üretim diğer dış pazarlara daha uygun maliyetlerle satılacağı için her iki ülkenin de ihracatına katkı sağlar.
Alman yatırımlarını çekmek, ellerinde finansman ve marka gücü olduğu için, her iki ülkenin de menfaatine stratejik bir ortaklığa dönüşebilir diye düşünüyorum. Dolayısıyla aslında bu saydığım işbirliği yapılabilecek alanlardan sadece birkaç tanesi. İki ülkenin birbirlerinin eksiklerini gidererek daha büyük bir pastaya ortak olma ihtimalini azımsamamak gerekir. Küreselleşmenin yeniden düşmeye başladığı yeni dünyada, herkesin kaynağı kendine saklaması pastanın küçülmesine yol açar, dolayısıyla ülke olarak zayıf kaslarımızı kuvvetlendirmenin yollarından en önemlisinin bu işbirliklerinin önünü açmak olduğunu düşünüyorum.