Merkez Bankası’nın bir önceki toplantısından sonra “Acabası olmayan bir karar” yorumunu yapmıştık. Piyasanın beklediğinden daha şahin bir söylem ve 2,5 puan artış bekleyen piyasaya 5 puan artışla yanıt veren, sıkılaştırma mesajını öne çıkaran bir metin vardı.
21 Aralık 2023 toplantısında ise Merkez Bankası’nın hem eylem hem de söylemle bu mesajı pekiştirdiğini gördük.
7 toplantıda 34 puan faiz artırımı oldu. Piyasada konuştuğumuz oyuncuların çoğu, 8’inci toplantıda 36,5 puana ulaşacak sıkılaşmayla faiz artırım döngüsünün yüzde 45’te sonlanacağı görüşünde.
Peki bunların etkileri neler oldu? Başlarken bölümümüzde detaylı kırılımını göreceğiniz üzere, son 5 haftada swap, repo, hisse senedi ve tahvile kabaca 8 milyar dolara yakın yabancı girişi oldu.
Son 6 ay içinde brüt rezervde artış 45 milyar dolara yaklaştı. Bunun kabaca 14-15 milyar doları seçimden önce “ne olur ne olmaz” diyerek yurt dışına giden paranın geri dönüşü.
Kalan kısmı ise öyle ya da böyle ülkeye giren dövizin birikimiyle oluşuyor.
Merkez Bankası’nın kendini güvende hissedeceği yerin ne olduğunu söylemek kolay değil, ancak net rezervin swap hariç eksiden kurtulduğu; 200 milyar dolar civarında bir rezervin herkesi daha rahat ettireceği söylenebilir.
Özellikle de bu rezervin oluşma biçimi (Moody’s’in de söylediği gibi) uluslararası yatırımcıların yaptığı (tercihen uzun vadeli) girişler ile finanse ediliyor ise.
Dövize olan ilgi azalıyor. Kur Korumalı Mevduat hesaplarında birikmiş olan miktar 3,4 trilyon liradan (yüksek faizle içsel büyümesine rağmen) 2,7 trilyon liraya geriledi. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, kurumsal ve bireysel hesapları buraya yönlendiren vergisel teşviklere dönük düzenleme geleceğini söyledi. Sonrasında azalma hızının artması beklenebilir.
Bunlar bardağın dolu tarafı.
Bardağın elbette bir de boş tarafı var.
Orası ise ekonominin yavaşlayacak olması.
Şirketler cephesi, iki sene boyunca çok ucuza fonlandı. Aşırı ısınan bir ekonominin içinde, kredi büyüme hızının yüzde 100’leri aştığı bir ortamda pazar sorunu yaşamadan hayatlarını sürdürebildiler.
Yüksek talebin olduğu ortamda enflasyon çok yüksek olsa da fiyatlarını istedikleri şekilde artırabildiler. Fiyatlar arttıkça ücretler arttı.
Ama şirketler için sorun değildi, çünkü o canlılığın içinde çalışan ücretlerinde yapılan artışları da fiyatlarına yansıtıp karşılayabildiler.
Son bir yıl içinde asgari ücret artışı yüzde 107 oldu. Şimdi bir kez daha asgari ücret pazarlığı yapılıyor. Ancak 2 yıldır ilk kez bir zam döneminde aradaki farkın bunca yüksek tartışıldığına şahit oluyoruz.
Şirketler geleceği öngöremedikleri için bu kez ciddi anlamda endişeli. Yazdan yılsonuna çok ciddi enflasyon baskısı gören işçi kesimi ise haklı olarak telafi istiyor.
Tüm bunlara, bu döngüyü kırmak isteyen devletin “Bu kez tek zam” yaklaşımını da eklediğimizde ortaya büyük bir açmaz çıkıyor. Türkiye daha önce bunu yaşadı.
2002-2005 döneminde enflasyon üç yıl içinde yüzde 70’lerden tek haneye döndü. Enflasyon için verilen hedefler tutturuldu. Bundan sonra denildi ki; “Biz kamu olarak artık geçmiş değil, beklenen enflasyona göre ücret artışı yapacağız.
Özel sektör ile de bu şekilde iletişim kuruldu. Herkes birkaç puanlık refah kaybına razı oldu ve sonuçta Türkiye uzun erimli bir verim ve refah artışı dönemine girebildi. Bugün ise durum daha farklı. Enflasyon hala yükseliş eğiliminde. Toplumsal uzlaşı ve enflasyonla mücadele için kamuoyunun desteği çok önemli.
Tek seferlik, gelecek yılın sonuna kadar geçerli olacak tek bir zam söylemi; rakam üzerinde uzlaşı sağlanmasını daha da güç hale getiriyor.
Bütçede bu sene 700 milyar TL, gelecek sene ise 1 trilyon liraya ulaşacak olan deprem kaynaklı ek maliyet dikkate alındığında, Hazine’nin işveren desteğini de kaldırmayı düşündüğü konuşuluyor.
Eğer bu da söz konusu olursa, masanın daha da hararetli tartışmalara sahne olacağı kesin gibi görünüyor.
Bakalım üç tarafı da doğrudan ilgilendiren bu büyük açmaz nasıl sonuçlanacak...