Karar vermeye yönelik en önemli problemlerden bir tanesi de duygusal karar vermedir. Bazen öyle “gaza gelirsiniz” ki ileride geçmişe dönüp baktığınızda bu kararı nasıl verdiğinizi siz de anlamazsınız. Futbol maçları bu tarz örneklerle doludur. Binlerce seyirci futbolcuları öyle gaza getirirler ki futbolcular yaptıkları şeylere daha sonra kendileri de bir anlam veremezler. 2014 FIFA Dünya Kupası maçında İtalya’nın defans oyuncusu Chiellini’yi ısırdığı için dokuz milli maç ve dört ay futboldan men cezası alan Luiz Suarez’in Chiellini ve tüm futbol camiasından özür dilemesi buna örnek olarak verilebilir. Sadece futbolcular değil tabii ki. Seyirciler de gaza gelir ve yılda en az birkaç defa seyircilerin sebep olduğu “statlarda görmek istemediğimiz” hareketleri televizyonlardan izleriz.
Andre Carnegie’ın dediği gibi kendilerini şevklendirip motive etmesini, heyecanlandırmasını bilmeyen insanlar, öteki yetenekleri ne kadar üstün olursa olsun, alelade işler yapmakla yetinirler. Buna insanın doğası denebilir.
Siyaset de futboldan pek farklı değildir, siyasi kararlarımızı çoğunlukla duygusal veririz. Bunu bilen siyasetçiler de insanları gaz getirmek için çeşitli yollar dener: Sert tartışmalar, kavgalar, incitici sözler vs. Karşı görüşte olduğumuz siyasetçiye öyle kızarız ki “o adama” haddini bildireceğimiz günü iple çekeriz. Gaza gelmek bazen öfke ve nefret boyutuna da ulaşabilir. Öfke ve nefretle karar vermenin ne derece sağlıksız bir şey olduğuna daha önceki bölümlerde değinmiştik. Burada gaza gelerek karar vermenin beynimizi ilgilendiren kısmına bakalım.
Westen ve dört meslektaşı gaza gelen bir beynin nasıl verdiği incelediler. Normal şartlar altında düşünen ve karar veren bireylerle kendi görüşünü savunan bir adamla ilgili olarak aleyhte propagandaya maruz kalan bireylerin beyinlerini MR cihazlarıyla inceleyen bilim adamları çok şaşırtıcı bir sonuca ulaştı. O da şu: Gaza gelerek ve tahrik edilerek karar vermeye çalıştığımızda beynimiz her zamanki karar verme bölgelerini kullanmıyor. Motivasyon, “neden”lere bağlıdır. Gaza gelmeler nedenlere bağlıdır. Fakat insanı yönlendiren nedenler, mantıksal olmaktan ziyade öncelikle dürtüsel ve duygusaldır. Doğru olduğunu bildiğimiz birçok şeyi yapmamamız ve yanlış olduğunu bildiğimiz birçok davranışı tekrar edip durmamız da bu durumdan kaynaklanır. İçgüdü diyebileceğimiz programlanmış hazır davranışlar beynimizin “sistem 1” olarak yazına giren bir bölgesinde programlanır. Memeli hayvanlar ile paylaştığımız için buraya memeli beyni de denir. Hızlı hareket eden bir bölgedir ve hayatımızı korumak amaçlı programlanmıştır. Ancak düşünme, tartma, mukayese yapma gibi özellikleri yoktur.
Yukarıda bahsedilen soyut kavramların anlaşılması ise bu kez “sistem 2” olarak adnlandırılan bir bölgedir. Neo korteks denilen neredeyse sadece insana özgü olan bir bölgedir Daha yavaştır, çok enerji harcar ve her zaman kullandığımız bir bölge değildir. İşte hiç ihtiyaç duymadığınız bir şeyi satın almanız için “sistem 1”inize hitap etmeye çalışır reklamcılar. Memeli beyni duygusal ve kişisel olduğundan bu stratejileri kullanırlar. “Yanlız kalmaktan korkuyor musun” gibi. Sonra “sistem 2”nizi ikna etmeye çalışırlar. Bunu yaparken neokorteksin ilgileneceği bilgi ve kıyasları sunarlar. Zaman ilerledikçe, insanlar her türlü seçimle, kararlarla, inanmakla ve inanmamakla karşı karşıya kalabiliyor. İnanmak beynin bir psikolojik dengeleme eylemi olup, çok ilkel dönemlerden kalan bir dürtüdür. Beynin, gerçekten bir bilgisayar gibi çalıştığını düşünürsek inanma esnasında genelde beyin, kontrolü ele alır ancak içindeki bilgi ve deneyim kadar size yardımcı olur.
Çünkü bilinçli kontrol yok gibidir. Bazı zamanlar iyi sonuçlar verebilir. Bu beynin zaman odaklı çalışmasına bağlıdır. Çağdaş insan için bilginin rolü gittikçe arttığı için aslında her şeye kolayca inanması zorlaşan bir süreçtir. Bilgi arttıkça olaylara bakışımız daha bilinçli daha doğru olmaktadır. Ne olursa olsun gündelik yaşamımızda beynin bir sığınma anlamında açığını kapatıp, homeostatise hizmet amaçlı inanmalar da bitmeyecektir. Limbik sistemin hem duygu hem de hafızayla ilgilendiği olgusu göz önünde bulundurulduğunda, duygu ve kavram arasında birbirine bağlılık beklenen bir durumdur. Çevremize baktığımızda bunun birçok örneğini görebiliriz; mutlu aile ve başarı hatıraları ya da bir kokunun bize çağrıştırdığı, geçmişte yaşadığımız olumlu bir deneyim gibi. Bir duyguyla bağlantı kurulamadığı sürece hiçbir şeyin var olması mümkün değildir diyebiliriz. Duygular düşündüklerimize ve yaptıklarımıza gerçeklik etkisi katar.
Hafızamız ile duyusal deneyimlerimiz arasında doğrudan bağlantı olduğu genel kabul görmüş bir gerçektir. Öğrenmemiz de bu bağlamda düşündüğümüzde yaşadığımız duygusal deneyimlerle pekiştiğinde daha kolay olmaktadır. Birine bir şeyi tam anlamıyla öğretebilmek için konunun kendine anlam veren tüm parçalara sinmiş olması gerekir. İnsanlar konuyu kendilerine arz ettiği öneme bakarak değerlendirmelidir. Bunun anlamı, hem duygusal hem de derinden gelen dürtü ve ihtiyaçları kabul etmek demektir. Duygular, öğrenme biçimlerimizin ayrılmaz bir parçasıdır. Öğrettiğimiz bir şeyin duygusal bileşenlerini görmezden gelirsek öğrencilerimizi konunun anlamlılığından yoksun bırakmış oluruz. İnsanlar futbol maçlarında hayatta yapmayacakları çılgınlıkları, taşkınlıkları yapıyor. Sonradan mahkeme karşısına çıkarılan bu insanların kendileri de bu işi nasıl yaptıklarına anlam vermiyorlar. Bu tür durumlarla karşılaştığınızda, vücudunuzu sakinleştirici bir şeyler yapmayı denemenizde fayda var. Durmak, dinlenmek, yatmak, uzanmak gibi şeyler bunlar arasında sayılabilir.