Ekonomiyi yönetmek zor bir iş.
Bazen bir hamle, uzun vadeli çok ağır hasarlar bırakabiliyor.
Bazen de atılan bir adım, söylenen 100 sözden daha kuvvetli sonuç üretebiliyor.
Tüm dünyada ekonomi aktörleri söylemler ile eylemler arasındaki dengeyi doğru şekilde kurgulamaya çalışıyor.
Örneğin…
Japonya Merkez Bankası zayıf yenden rahatsız.
Bunu dile getiriyor.
Zayıflayan yenin birçok gerekçesi var.
Bazıları kısa vadede yönetilebilir, bazıları ise nüfus yapısından ekonominin diğer alanlarına kadar çok daha geniş ve kapsamlı çözümler gerektiriyor.
Sürekli olarak “müdahale edebiliriz”, “ettik-ediyoruz”, “bir parça etmiş olabiliriz” söylemleri ile kuru yönlendirmeye çalışıyorlar.
Müdahale ettikleri oluyor mu? Oluyor. Ancak bu müdahalenin boyutunun çok sınırlı kalması, işi kolaylaştırmıyor.
Aksine çok daha zorlaştırıyor.
Söylem ve eylem arasında boşluk oluştuğunda, kamuoyunu da para yönetenleri de ikna edemeyebiliyorsunuz.
Bu dönemde gördüğümüz üzere yen daha da değer kaybediyor. Gelelim Türkiye’ye.
Yılın ikinci Enflasyon Raporu toplantısından aldığımız önemli çıktılar var.
Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan’ın, Draghi’ye yakın bir ifadeyle “Ne gerekiyorsa yapacağız” söylemi, dikkate değer ve önemli.
Neden?
Çünkü bu çok büyük bir taahhüt.
Merkez Bankası olarak diyorsunuz ki, “Gerektiğinde siyasi hassasiyetleri, farklı düşünceleri, gerektiğinde kaybolabilecek istihdamı, gerektiğinde ekonomik daralmayı, kapanabilecek şirketleri göze alıyorum.
Gereği neyse onu yapacağım.” ECB Başkanı Mario Draghi 2011 krizini tersine çeviren ünlü konuşmasında bu ifadeyi kullandığında, tamamen bölünmüş bir Avrupa siyaseti vardı.
Güney Avrupa ülkeleri tamamen namlunun ucundaydı.
Yunanistan ile başlayan borç krizi önce Portekiz’e, sonra İtalya’ya sıçramıştı.
İspanya’nın direkt “beni kurtar” talebinde bulunup bulunmayacağı konuşulur hale gelmişti. Euro’nun geleceği tartışılıyordu.
Tüm borç Almanya’nın üzerine yıkılmış, Fransa ise ölü taklidi yapıyordu.
Alman kamuoyunun Avrupa Birliği’ndeki diğer ülkelerin halklarına düşman gözüyle bakacak kadar kızgın olduğu bir ortamda, kurallara uygun yeni çözümler geliştirmek gerekiyordu.
Draghi bunların her birini teker teker gerçekleştirdi.
Yeri geldi tüm dünya merkez bankalarını bir araya getirerek ortak kur müdahalesi yaptı.
Yeri geldi, gözetim ve denetimi altında olan bankalara dönük çok acımasız kararların altına imza attı.
Yeri geldi, belirli noktalarda sermaye kontrollerini kabul etmek zorunda kaldı.
Kendisine dönük eleştirilerin hepsine kulak tıkadı ve Avrupa’yı kurtarmak için “ne gerekiyorsa onu” yaptı. Peki bunu nasıl yapabildi?
Çünkü bunu yaparken de söylerken de yetki ve alanının ne olacağı çok netti.
Avrupa Merkez Bankası’nda kural şu: Başkan göreve sekiz yıllığına seçiliyor.
Bir kez seçildikten sonra ikinci dönem seçilemiyor. Görevden alınması ancak ciddi görevi kötüye kullanma halinde söz konusu olabiliyor.
Bağımsızlık kurgusu bu kadar doğru yapıldığında politika vurgusu da masaya bu kadar güçlü konulabiliyor.
Türkiye’de seçimleri tamamladık.
İktidar partisinin oy kaybıyla tamamladığı seçime rağmen sıkı para politikasına sahip çıktığını her mesajda görüyoruz.
Ekonomi yönetiminin attığı adımlar ve kurduğu iletişimin yurtdışındaki yatırımcılardan iltifat gördüğünü hem artan kredi notlarından hem de para girişinden anlıyoruz.
Swap kanalıyla 9 milyar dolar, bono tahvil üzerinden ise 6 haftada 1,7 milyar dolar para girişi var.
Yabancılar bono ihalelerine o kadar büyük giriyor ki, bir yabancı yatırımcı bir ihalenin yüzde 40’ından fazlasını tek başına alabiliyor.
Dolayısıyla sürecin yürüyeceğine yabancı ikna.
İçerde ikna olan yatırımcı var mı?
Var.
Dövizini bozan, TL’ye geçen DTH sahiplerinin her hafta 3 milyar dolar civarında dönüş yaptığını görüyoruz.
Ancak enflasyonist beklentiler konusunda hâlâ daha fazlasına ihtiyaç olduğu anlaşılıyor.
Fiyatlama davranışlarının düzelmesi, sadece paranın miktar ve maliyetini sıkılaştırarak sağlanamıyor.
Hane halkının programa olan inancının da artması gerekiyor.
Merkez Bankası’nın yıl sonu enflasyonu yüzde 38, bir yıllık enflasyonu yüzde 36 beklediği yerde, piyasa oyuncuları 45’ler civarında görüş veriyor.
Ancak Koç Üniversitesi’nin Konda ile yaptığı anketin sonuçlarına baktığımızda Nisan 2024 yıllık enflasyon beklentisinin yüzde 119 olduğunu, bu yıl sonu enflasyon beklentisinin ise yüzde 96’ya geldiğini anlıyoruz.
Hane halkının hissettiği enflasyonun bu kadar yüksek olduğu yerde tüm beklentilerin normalleşmesini beklemek kolay değil.
Zor kararları zor zamanlarda almanın maliyeti büyük oluyor.
O nedenle, yabancı girişi sayesinde “iklimin değiştiği, Akdeniz olduğu” bu ortamda ortaya konulacak bir yeni merkez bankası kurgusunun büyük fayda sağlaması mümkün.
Talep edildiğinde değil, talebe gerek bırakmadan böyle bir hamle yaparak, sık başkan değişikliğinin yarattığı hassasiyeti giderme, hedef-araç bağımsızlığını vurgulayacak duruşu pekiştirme fırsatı var.
Yapmazsak ne olur?
Kimse beklemediği için bir maliyeti olmayabilir.
Ama yaparsak…
O zaman Merkez Bankası “ne gerekiyorsa yapacağız” dediğinde, siyasi görüşü ne olursa olsun herkesin ikna olması kolaylaşır…
Sadece bir öneri...