Aydınlatmasıyla, dekorasyonuyla, duvarlardaki tablolarla “ben pahalı ve şık bir mekanım” diye haykıran bir restorandayım. Kuytu bir köşedeki masada oturmuş, tarhana çorbası içiyor, bir yandan da böyle bir restoranda tarhana çorbası ne arıyor diye sorguluyorum. Restoranın ortasında büyük, yuvarlak bir masa ve masada önemli oldukları takım elbiselerinin “jantiliğinden” anlaşılan insanlar. Neşeliler, keyifliler. Heyecanlı, güvenli, ışıl ışıllar...
Gözüm o masaya takılıyor. Önce çorba siparişi veriyorlar. Yemekten önce çorba iyidir, bir kaşığı bile insanın içini ısıtır. Ancak o da ne? Önlerindeki gümüş kaşıklar yerine bıçakla girişiyorlar çorbaya. Batı kaynaklı klasik 22 yemek kültür ve yöntemlerinden kopuştan bahsediyor içlerinden biri. Yeterince sabır ve kararlı duruşla çorba dönüşerek bıçağa uygun hale gelirmiş. Öyle diyor. Kafam karışıyor, onlar koparken ben de bir kopsam mı diyerek bıçağımı çorbama daldırıyorum, olmuyor. Çorbada bir sorun olacak ki garsonu çağırıp çorbayı mutfağa geri yolluyorlar. O an bir oh çekiyorum, sorun bende değil çorbadaymış.
Ardından, dolarla maaş alan çekik gözlü suşi ustalarının el emeği göz nuru rengarenk suşiler geliyor masalarına. Suşileri yemek yerine duvara iliştirdikleri bir hedef tahtasına doğru fırlatıyorlar. Hedef tahtası haricinde duvarın tamamı ve zemin suşi cesetleriyle doluyor. Restoranda yükselen gerilime eşlik eden homurdanmalar arasında suşinin tarihsel ve kültürel olarak asli işlevine dair bir tirat kulağıma ilişir gibi oluyor. En yakın zamanda bir kulak doktoruna görünmem gerektiği sonucuna varıyorum.
Restoranda rahatsızlık giderek artıyor, tüm uyarılar müstehzi bir gülümseme ile savuşturuluyor masa tarafından. Diğer müşteriler mekanı terk etmeye başlıyorlar. Garsonun beyhude çabaları “sana giden değil, hep kalan müşteri lazım, boşver” diyerek savuşturuluyor. Hatta şimdi düşününce, “bırak gitsin; dönerse senindir, dönmezse zaten hiç senin olmamıştır” sözünü duyduğumu da anımsar gibiyim. Yanlış duymuşumdur herhalde.,
Aslında bu süreç restoranda kavga ve gürültü çıkmadan da atlatılabilir, iş tatlıya bağlanabilirdi; servis edilen pizzalar frizbi olarak sağa sola fırlatılmasaydı. Kafamın üzerinden geçen pizza quattro fomaggi duvardaki klasik yağlı boya tablolardan birine post modern bir yorum katarken işletmenin sahibi önde, gömlek kollarını sıyırmakta olan garsonlar göç eden kuş formasyonuyla arkada olmak üzere hesabı getiriyorlar o masaya. Hesap o kadar kabarık ki sıfırları toplasan burdan köye yol olur. Heba edilen yemekler, boşa harcanan malzemeler, yıllar içinde biriktirilmiş ve şimdi neredeyse tamamı yok olmuş tablolar, kırılan vazolar, tarumar olmuş mekan, geri dönmeyecek müşteriler, kaybolan bir gün, bozulan sinirler... Hepsi için ayrı bir maliyet çıkarılmış ve hesap eşek ölüsü gibi masada yatmakta. Biri o cesedi kaldırmalı.
Masadakilerin “daha creme brulee tatlısının üzerine ciğer koyup yiyecektik” serzenişlerine karşın mekan sahibi hesabı son kuruşuna kadar ödetmeye kararlı. Bunca yapılanın ardından o mekandan hesap ödenmeden kalkılamaz.
“Evet beyler” diyor garsonlardan biri, “hesabı kim ödeyecek?” İyice gölgelere karışmış halde merakla bekliyorum ne olacağını. Derken, masadakilerin hepsi birden ayağa kalkıyor ve... Ve bir ordu disipliniyle aynı anda, aynı şekilde, aynı kararlılık ve özgüvenle beni işaret ediyorlar. “işte o ödeyecek!
Filmlerdeki sahnelere taş çıkartacak bir panikle uyanıyorum kabusumdan. Eşim uykumda “ama ben sadece çorba içmiştim” diye sayıkladığımı söylüyor. Gün boyunca kabusun etkisinden kurtulamıyorum. İştahım yok, mutfağa girmeye korkuyorum. Hemen o gün psikoloğumdan acil koduyla randevu alıyorum, beni bu kadar etkileyen kabusu anlamlandırabilmek için. Ve kabusumun sebebini buluyoruz. Türkiye’de uygulanan ekonomi politikalarına gereğinden fazla kafa yoruyormuşum. Onu da haftaya anlatırım.