Sonunda bunu da gördük: İspanya’nın Barcelona kentinde, aşırı turistten ve yabancılar nedeniyle artan ev kiralarından bıkan Katalan halk, caddelerde turizm karşıtı protesto gösterisi düzenleyip cafe’lerde oturan turistlere su tabancasıyla su sıktılar! Doğrusu; Barcelona’yı çok seven birisi olarak, ellerinde “Turistler eve dönün” yazılı pankartlar taşıyarak sloganlar atan o güruhun tacizlerine maruz kalan turistlerden birinin yerinde olmayı hiç istemezdim.
Avrupa’da “aşırı turizmden” bıkan ve “turizme karşı” önlemler alan tek şehir Barcelona değil. Hatırlayın, bundan kısa bir süre önce Hollanda’nın başkenti Amsterdam’da da aşırı turizmi kontrol altına almak için şehre gelen yıllık kurvaziyer sayısı neredeyse yarıya indirilerek 100 ile sınırlandırıldı. Kent yönetimi ayrıca yolcu terminalini şehir dışına taşıyarak, gemilerin çevresel etkilerini azaltma ve şehir merkezinin tarihi dokusunu koruma kararı aldı.
İtalya’da ise kitlesel turizmin etkilerinin en ağır şekilde görüldüğü kentlerden Venedik, bu senenin başında 25 kişinin üzerindeki rehberli turist gruplarını ve megafon kullanımını yasakladı. Venedik Belediyesi’nin aldığı kararın “sürdürülebilir turizmi teşvik etmeyi” ve aynı zamanda “kent sakinlerinin korunmasını” amaçladığı duyuruldu.
Artık Venedik’in tarihi kent merkezinin yanı sıra Murano, Burano ve Torcello adalarında da 25 kişinin üzerinde turist gruplarının gezdirilmesine de izin verilmiyor.
Bütün bunlar size tuhaf ve adaletsiz mi geliyor?
Ancak madalyonun bir de diğer yüzü var: İstanbul’da yaşarken, artan kira fiyatlarından, özellikle de İstiklal Caddesi gibi şehrin tarihi kültür merkezlerinin çehresinin değişmesinden, yıllardır gittiğiniz cafe ve restoranların birer birer nargileciye dönmesinden, tabela kirliliğinden ve de “Türk” olduğunuz ve sizden fazla para koparamayacağı için taksicilerin sizi almamasından şikayetçi olmadığınızı söyleyebilir misiniz? Yaşanan tüm bu gelişmelerde özellikle de petrol zengini Arap ülkelerinden gelerek burada para saçan zengin turistlerin payı olmadığını söyleyebilir misiniz? Dolayısıyla bizler bir yandan Avrupa kentlerinde aşırı turizme karşı alınan önlemleri yadırgarken, diğer yandan yine aşırı turizmin bizim yaşadığımız şehirlere verdiği zararları unutuyoruz. Şüphesiz ki bunda zavallı turistlerin bir günahı yok, seyahat hakkı kimse için kısıtlanamaz bir haktır. Ancak turizmin “sürdürülebilir” hale gelmesi için aşırı turizme yönelik bazı önlemlerin alınması gerektiği artık tüm dünyada kabul edilen bir gerçek.
Bundan yaklaşık dokuz yıl önce Arap turistlerle ilgili bir dosya hazırlarken Kuveytli karı-koca Nasır el Rababa ve Haya el Rababa ile tanışmıştım. Bolu’dan ev aldıklarını, her yıl Mayıs’tan Eylül’e kadar Bolu’daki evlerinde kaldıklarını söylemişlerdi. Ancak konuştuğum diğer Arap turistlerin aksine “Artık İstanbul’u sevmediklerini’ söylemişlerdi. “Neden?” diye sorduğumdaysa Haya el Rababa beni de şaşırtan şu cevabı vermişti: “Beş yıl önce geldiğimizde İstanbul’u çok sevmiştik, böyle kalabalık değildi, çok güzeldi. Şimdi aşırı kalabalık olmuş, çok fazla Arap turist var!” Yani Arap turistlerin bile “Çok fazla turistten” şikayet ettiği bir şehirde yaşadığımızı o zaman anlamıştım.
Dolayısıyla şunu söylemek mümkün: Aşırı turizm, aşırı kalabalık turist kafileleri ve bu nedenle şehrin özgün dokusunun bozulması, yerel halk için olduğu kadar turistler için de bir sorun. Uzun kuyruklarda beklemek zorunda kalan, kalabalık nedeniyle müze, ören yeri, vs. gibi yerleri istediği ziyaret edemeyen, huzur içinde oturup sakin bir yerde yemeğini yiyemeyen turistler, yaşadığı deneyimden de bir şey anlamıyor. Bu nedenle Barcelona’da meydana gelen “turizm karşıtı” hareketin zamanla tüm dünyadaki turistik kentlere yayılacağını söylemek pekâlâ mümkün.