Küresel güç dengeleri hızla değişiyor. Washington’un ekonomik egemenliğinin temellerini oluşturan Bretton Woods Sistemi çökerken, uluslararası finans, ticaret ve kalkınma mimarisinin yeniden şekillendiği bir döneme geçiş hız kazanıyor. Halihazırdaki dönem; kaos, çatışma ve kargaşayla malul olsa da er ya da geç dünya ekonomi yönetimini çok merkezli, kutuplu siyasi birimler taraftan nispeten daha demokratik bir şekilde yönetileceği çok kutuplu düzene doğru hızla yol alıyoruz. IMF, Dünya Bankası ve GATT/DTÖ gibi kuruluşlar, ABD’nin sözde hegemonyasının temel sacayakları olmaktan çoktan çıkmış görünüyor. Özellikle BRICS ve Güney Ülkeleri tarafından sorgulanan, hatta alternatifleri teşkil edilen bahse konu kurumların tasfiyesi bir taraftan kaotik bir iklim yaratırken diğer yandan, çok kutuplu bir dünya ekonomisinin doğuşuna da bu yolla bir nevi zemin hazırlıyor. Bazı kurumlar ölürken diğer bazıları da doğum sancıları çekiyor. Batı’nın ekonomik ve teknolojik gerilemesi, Çin ve BRICS ülkelerinin küresel ticaret ve finans alanındaki yükselişleriyle, mal ve hizmet ihracatındaki ezici güçleri, teknolojik katma değer üretme konusundaki radikal başarılarıyla her geçen gün daha da belirginleşiyor. Asya’nın merkezi konumunun altını çizen bahse konu yeni ekonomik ve güvenlik dinamikleri, Türkiye’nin tamamen yeni ve topyekun bir stratejik konumlanmaya gitmesine dair ihtiyacı da gittikçe önemli bir hale getiriyor.
Batı Medeniyeti’nin Meşruiyet Krizi ve Ekonomik Rekabet Korkusu:
Batılı ülkeler uzun yıllar tüm dünyaya karşı kendilerini insan hakları ve demokrasi savunucusu olarak konumlandırdı. Herkese “öğretmenlik” yaptı. Ancak, uluslararası siyasi arenada sergiledikleri çifte standartlar, ekonomik kalkınma sürecinde gelişmekte olan ülkelere karşı uyguladıkları bencil ve engelleyici tavırları, sahip oldukları doğrular ve meziyetleri yanında güvenilirliklerini yitirmelerine neden oldu. Rusya-Ukrayna savaşı ve Filistin-İsrail çatışmaları, Batı’nın jeokültürel ve ahlaki üstünlüğünün ciddi şekilde sorgulanmasına yol açtı. Çin ve BRICS ülkelerinin hızlı iktisadi yükselişi, Washington’un gittikçe korumacı ve DTÖ kurallarına aykırı politikalara yönelmesi, Bretton Woods kurumları yoluyla küresel ekonomiye hakim konumunu kaybetmesi, giderek daha güvenlikçi politikalara yönelmesi ABD’nin küresel ekonomik yönetime dair liderliğinin sorgulamasına neden oldu. Sam Amca’nın özellikle 2008 Finansal Krizi sonrası radikal şekilde uygulamaya başladığı korumacılık önlemleri ve ticaret savaşlarının, sadece rakipleriyle değil, aynı zamanda geleneksel müttefikleriyle olan ilişkilerini de gerginleştirirdi. Diğer taraftan bahse konu menfi ve korumacı dinamiklere paralel olarak Ukrayna ve Filistin ile Tayvan Boğazı etrafında Batılı Ülkeler tarafından gittikçe artan dozda dillendirilen çatışmacı yaklaşımların, Batı’nın politika yaklaşımlarının her geçen gün daha fazla sorgulandığı yeni bir rekabet ortamı ve iklimi yarattığı görülüyor. Batı’nın uluslararası düzen üzerindeki hâkimiyetinin içeride ve dışarıda gittikçe artan oranda sorgulanması, sadece Batı’nın göreceli gücünü erozyona uğratan stratejik bir rekabet baskısı yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda Batı’nın yerleşik siyasi ve kültürel kimliğini de bizatihi tehdit eden bir meşruiyet krizi olarak karşımıza çıkıyor.
Avrupa Birliği ve Türkiye: Çifte Kavrulmuş Bağımlılık İlişkisi…
Avrupa Birliği’nin, ABD’nin güvenlikçi yaklaşımlarını takip ederken zaten oldukça zayıf olan stratejik otonomisi ve politik muhtariyetini de gittikçe kaybettiği gözlemleniyor. ABD güvenlik ve ticari korumacı politikalarının pasif alıcısı görüntüsü veren Avrupa’nın uluslararası ilişkilerdeki saygınlığının da bu süreçte gittikçe aşındığı gözlemleniyor. Ağır ambargo ve güvenlik tehditleriyle malul Türkiye aleyhtarı yaklaşımları dikkate alındığında, Brüksel’in daha güvenlikçi ekonomik stratejilere yönelmesi, belgelerinde ABD benzeri güvenlikçi bir söyleme ağırlık vermesi de, diğer taraftan ülkemiz açısından pek hayra alamet görülmüyor. Türkiye ticaret politikaları sahasında Gümrük Birliği düzenlemesi yoluyla, maalesef siyasi yetkilerini 1995 yılında Brüksel’e devretmiş, diğer bir deyişle ticaret politikası sahasındaki egemenliğini tamamen tasfiye etmiş, bu alanda AB Mandasını kabul etmiş, kendisini yarı bağımsız bir siyasi müstemleke konumuna indirgemiştir. Kısaca AB Washington’a, Türkiye’de Brüksel’e (çifte kavrulmuş bir şekilde) bağımlı. Türkiye’nin bu ticari ve ekonomik boyunduruktan ‘hukuken/politik olarak/de jure’ kurtulmadan, Brüksel ve Washington merkezli kurumları BRICS, RCEP, AcFTA ve ASEAN gibi yeni ekonomik eklemlenme hareketleri ve bunların temsil ettikleri güvenlik birimleriyle ‘de facto’ dengelemeden bağımsız bir dış ekonomik ilişkiler ve daha acısı güvenlik stratejisi oluşturması mümkün değil.
Dünya Ekonomisinin Ağırlık Merkezi Asya’nın Yükselişine Kanallar Açmak
21. yüzyılda Asya, dünya ekonomisinin yeni merkezi haline geliyor. Dünyanın en büyük ekonomik eklemlenme bloku RCEP Asya’da bulunmakta olup bu birlik hem AB hem de USMCA’den (Amerika Birleşik Devletleri, Meksika ve Kanada arasındaki Anlaşma), daha büyüktür. Diğer taraftan Rusya, Hindistan ve Çin gibi Asya Kıtası ekonomilerinin belkemiğini teşkil ettiği BRICS ülkeleri, geleneksel Batı merkezli küresel ekonomik ve siyasi düzene meydan okurken, yalnızca ekonomik işbirliğini değil, jeopolitik güç dinamiklerini ve güvenlik mimarisini de yeniden tanımlıyor. Bahse konu ülkelerin jeoekonomik yükselişi, uluslararası siyasetteki rollerinin giderek daha belirleyici ve can alıcı hale getiriyor. BRICS küresel ekonomik gücün yeniden dağıtımında şimdiden önemli bir aktör haline geldi. BRICS’e adaylık başvurusu yapmış bulunan Türkiye, tebarüz eden çok kutuplu yeni ekonomik düzene dair stratejik modaliteler geliştirmede öncü olmalı, BRICS ile müzakerelere başlamalı, çok kutuplu düzenin oluşumuna, adil ve demokratik bir yapı arz etmesine katkıda bulunmalı. Unutulmamalıdır ki; 1929 Büyük Buhranı Sonrasında 1930’lu yılların başlarında Cenevre’de gerçekleştirilen yeni ekonomik düzen tartışmalarına, ABD’nin 1944 Bretton Woods Konferansı’nı gerçekleştirmesinden 12 yıl önce, Türkiye, gelişmekte olan ülkeler için bir Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Uluslararası Kalkınma Bankası (Dünya Bankası benzeri) kurma teklif hazırlayan ülke olmuş ve tarihi bir rol oynamıştır.
Asya Çağı Fırsatlarına Hazırlanmak ya da Yine Treni Kaçırmak?
Dünya ekonomisi ve uluslararası sistem, hızla dönüşürken çok kutupluluğa doğru evriliyor. Sadece II. Dünya Savaşı sonunda ihdas edilen ABD hegemonyasının sacayaklarını teşkil eden Bretton Woods kurumları değil, aynı zamanda ABD ve Avrupa’nın küresel ekonomideki hakimiyeti ve Batı’nın son 3 yüz yıllık üstünlüğü de çökmüş görünüyor. Yeni düzende etkin rol oynayıp milli menfaatlerin takibi ve çok kutuplu sisteme geçişte Türkiye’nin gerekli manevra alanına (policy space) sahip olması hayati önem arz ediyor. ABD’nin gerileyen hegemonyası ve Asya’nın ticari ve ekonomik yükselişi, Türkiye’ye yeni fırsatlar sunarken, bu fırsatları etkili bir şekilde değerlendirmek için iktisadi açıdan bağımsız ve yenilikçi stratejiler geliştirebilmek hayati önem taşıyor.
Türkiye, Batı ile ilişkilerini yeniden kalibre ederken, dünya ekonomisinde ekonomik ağırlık merkezi haline gelen Asya ekonomik alanına yönelik yeni bir stratejik ekonomik yol haritası oluşturmalı. Bu manada Gümrük Birliği boyunduruğundan kurtulmak, savunma sanayiinde hem Batı hem de Doğu’ya karşı tam bağımsızlık sağlamak, sürdürülebilir enerji ve teknoloji üretme noktasında sıçramalar yapmak, dinamik bir ekonominin gerektirdiği eğitim ve liyakat düzeni ile hukuki-kurumsal çerçeveyi sağlamak, Türkiye’nin ulusal güvenlik tehditlerine karşı koyma yeteneğini artırırken Asya ekonomik rekabet düzenine uyumunu da kolaylaştıracaktır. Bu bağlamda Türkiye’nin kendi ekonomisini ulusal güvenlik, sektörel, bölgesel ve muhtemel savaş ekonomisi koşullarını göz önüne alarak yeniden yapılandırması, Türkiye’nin geleceğin uluslararası küresel arenasındaki rolünü güçlendirecek temel bir adım olacaktır.
Muhtemelen çok kutuplu bir karakteri haiz olacak yeni küresel ekonomik sistem dönemi, Türkiye ekonomisinin dönüşümüne dair büyük fırsatlar sunuyor. Ancak bahse konu fırsatların bir potansiyel olmaktan çıkarılabilmesi ve etkin bir şekilde değerlendirilebilmesi için bağımsız bir dış ekonomik ilişkiler stratejisi geliştirilmesi ve bu yaklaşımın sağlam ekonomik güvenlik politikaları ile çerçevelenmesi gerekmektedir.