Bir profesör 6-7 yaşlarında eğitim hayatına başlar, profesörlüğe ulaşması 40 yaşını bulur. Yani 30 yıldan fazla bir süre aralıksız eğitim hayatında olur. Aslında profesörlüğünde de eğitim hayatı devam eder, ta ki emekli olana kadar. Ömrünü buna adayan hocanın aldığı ücret ise gençleri bu alana çekecek kadar cazip değil. Bir zamanlar üniversitelerde başarılı öğrencilerin tercihlerinde ilk sıralarda yer alan akademisyenlik artık çok da cazip gelmiyor. Başarılı öğrenciler akademik hayata devam etmek isteseler bile yurt dışı tercihi öne çıkıyor. Bunun yanında özel sektörde çok cazip imkânlarla iş bulabilecek alanlarda öğrenim gören gençler de tercihlerini bu yönde kullanıyorlar. Özellikle bilgisayar, yazılım, mekatronik gibi bölümlerde üniversiteler akademisyen bulmakta zorlanıyor.
Son yıllarda enflasyonda yaşanan sert yükseliş her kesimi olduğu gibi akademisyenleri de etkiledi. Akademisyenlerin yılbaşında aldıkları zamma rağmen maaşları hala çok düşük düzeyde. Araştırma görevlilerinin ortalama maaşı 45 bin 614 lira düzeyinde. Bu ücret Türk-İş Açlık ve Yoksulluk Sınırı Araştırmasının Aralık 2023’teki sonuçlarında yer alan 47 bin liralık yoksulluk sınırının bin 400 lira altında bulunuyor. Doktor öğretim üyelerinin ortalama maaşları da 50 bin lira ile yoksulluk sınırının hemen üzerinde. Doçentlerin ortalama aylık ücretleri 57 bin lira civarında. Profesörlerin maaşları ise 64 bin lira ile 72 bin lira arasında.
Özel üniversitelerde ise okuluna göre makas daha açık görünüyor. Koç, Sabancı, Bilkent gibi üniversitelerde profesör maaşları 100 bin liradan başlayıp 120 bin liraya hatta daha da üzerine kadar çıkıyor. Profesör maaşları ikinci seviyedeki üniversitelerde 80-100 bin lira, üçüncü seviye üniversitelerde ise 65-80 bin lira civarında değişiyor. Elbette bu ücretler hocanın kıdemine, yetkinliğine bağlı olarak değişebiliyor. Prof. Dr. Ufuk Akçiğit, Türkiye’nin yetiştirdiği en parlak akademik beyinlerden biri. İktisat alanında bir ekol olan University of Chicago’da profesör. Akçiğit, tercihler arasındaki makası şu sözlerle aktarıyor; “Türkiye ile ABD arasındaki akademisyen maaşları bazı alanlarda 10 katına çıkabiliyor. Vergi ya da alım gücü farkları dahi hesaba katılsa, aradaki makas çok açık. Bu fark ile mevcut hocalar motive olamaz. Yurt dışındaki akademisyen Türkiye’ye dönmez, meslek seçecek yetenekli gençler akademiye gelmez.”
İTÜ İşletme Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Öner Günçavdı da büyük kentlerde yaşayan bilim insanlarının ekonomik olarak zorda olduğunu belirtiyor. Devlet ve vakıf üniversiteleri arasındaki maaş farkının giderilmesi gerektiğini ifade eden Öğretim Elemanları Sendikası (ÖGESEN) Genel Başkanı Doç. Dr. Vahdet Özkoçak ise; “Aklı özlük hakkında olan akademisyen bilim üretemez. Akademisyenlerin zam çağrısına kulak verilmeli. Özlük hakları iyileştirilmeli. Çalışan, üreten akademisyenlere ayrıca maaş iyileştirmesi ve ödül mekanizması kurulmalı” diyor.
Yurt dışına beyin göçünde tek sebep para mı?
Ücretlerin düşüklüğü başarılı akademisyenlerin yurt dışına gitmesinin en önemli nedenlerinin belki de başında geliyor. Elbette ki tek sebep bu değil. Üniversitelerde kaynakların yetersiz olması, araştırmalara yeterli kaynak ve zaman ayıramamak, eğitim yükü gibi faktörler de beyin göçünde etkili. Türkiye Bilişim Vakfı için Chicago Üniversitesi’nden Ufuk Akçiğit, Jeremy Pearce, Z. Berkay Saygın, Younghun Shim, Deniz Tokmakoğlu; İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Çağatay Koç; Boğaziçi Üniversitesi’nden Sinan Parmar ve Koç Üniversitesi’nden Nil Taşpınar tarafından hazırlanan “Türkiye Akademik Diaspora Raporu: Beyin Göçünden Beyin Gücüne” adlı çalışmada, ülkenin gelişiminin anahtarı olacak bilim insanlarının Türkiye’den ayrılma olasılığının son 10 yılda dramatik şekilde arttığı belirtiliyor. Raporda milli gelir ve gelir eşitsizliğinin inovasyon ve gelişmişlik ile ilişkisi de öne çıkıyor.
Türkiye’nin kişi başı milli gelirinin 1960’ların başından bu yana ABD’nin yüzde 20’leri seviyesinde olduğu; 1960’ta Türkiye’nin gerisinde olan Singapur, Güney Kore, Litvanya, Polonya, Şili ve Çin’in 2020’lere gelindiğinde Türkiye’nin üzerine çıktığı, hatta Singapur’un ABD’yi geçtiği ve Güney Kore’nin ise ABD’nin yüzde 50’sine ulaştığı görülüyor. Söz konusu ülkelerin bu gelişmeyi sermaye artırmanın yanında verimliliklerine yatırım yaparak sağladığı, Türkiye’nin orta gelir tuzağından çıkmasının verimlilik artmadan mümkün olmayacağı belirtiliyor.
Rapora göre Türkiye’deki araştırmacıların verimlilikleri arttıkça göç etme oranı artıyor, yurt dışındaki araştırmacıların ise verimlilikleri azaldıkça Türkiye’ye dönme ihtimali artıyor. Buna göre Türkiye beyin göçü ile en verimli araştırmacılarını kaybediyor, geri dönenler de, istisnalar dışında, verimliliği ortalama olarak düşük araştırmacılar oluyor. Raporda, Türkiye’nin yerine koyması çok zor olan beşeri sermayesini kaybetmemesi için üniversitelerdeki kaynakların artırılması, akademisyenlerin araştırmaya zaman ayırabilmesi için eğitim yükünün azaltılması, yayın sayısı yerine yayın kalitesine odaklanılması ve özgür düşünce ortamının yaratılması konularında acilen eylem planı oluşturulması salık veriliyor.
Türkiye’deki araştırmacılar neden yurt dışında yaşamak istiyor, araştırmacıların verimi neden düşük oluyor? Türkiye’ye dönen araştırmacının verimliliği neden düşüyor? Bunu önlemek için raporda önerilen çözümler yeterli mi?
“Gözden ırak gönülden ırak”
Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selva Demiralp, Türkiye’ye dönen araştırmacıların üretkenliğinin azalmasının temel nedeninin yurt dışındaki akademik ağdan giderek kopması olduğunu söylüyor. Demiralp yurt dışındayken dahil olunmuş akademik ağı canlı tutmanın en cömert araştırma bütçeleri ile bile zor olduğunu çünkü en cömert bütçelerin en fazla senede birkaç kez uluslararası konferansa gitme imkanı ile veri tabanına abonelik sağladığını ancak yurt dışındaki araştırma ortamını sunamayacağını belirtiyor. Demiralp, yurt dışında yaşarken sürekli söz konusu akademik çevre içinde bulunulduğunu, araştırmacıların yüz yüze görüşüp fikir teatisinde bulunabildiğini aktarıyor.
Demiralp; “Yakın zaman diliminde olmak bile ilişkileri canlı tutuyor çünkü en basitinden telefonda konuşuyorsunuz. Profesyonel dostluklar canlı kaldıkça sizin de fikirleriniz canlı kalıyor, gündemi takip edebiliyorsunuz. Özellikle Kuzey Amerika ile aradaki mesafe bu profesyonel ilişkileri köreltiyor. Gözden uzak olan gönülden de uzak oluyor. Bir süre orada oluşan birikimi tüketip yayın potansiyelinizi kullansanız da sonrasında yeni gündemi takip etmek ve müdahil olmak giderek zorlaşıyor. Türkiye’den ABD’deki bilimsel tartışmaları canlı olarak takip edebilmeniz, kendi geliştirdiğiniz fikirleri tartışabilmeniz çok zor. Körelen ilişkilerle birlikte fikirlerinizi geliştirip yayına çevirmeniz de giderek zorlaşıyor. Zira prestijli dergilerde yayın yapabilmek için de araştırmanıza hakemlik yapacak, editörlük yapacak kişilere öncesinden makalenizi sunmuş olmanız, akademik bir dostluk geliştirmiş olmanız sizi bir adım öne geçiriyor. Kendi alanım olan iktisat üzerinden konuşacak olursam bir noktadan sonra siz de Türkiye’de oluşan gündeme odaklanıp araştırmalarınızı Türkiye odaklı yapmak isteyebilirsiniz. Ancak bu sefer de uluslararası dergilerde Türkiye ile ilgili yapılan çalışmaların ilgi çekmemesi sorunu ile karşılaşılıyor ve yayın yapmak güçleşiyor” diyor.
Beyin göçü fırsata çevrilebilir mi?
Raporda, koşullar düzeltilse de, beyin göçünün devam edeceği ancak bu durumun, yurt dışındaki beşeri sermayesini kullanmayı bilebilen bir ülke için tehlike değil fırsat olabileceği iddia ediliyor. Türkiye’den artan beyin göçü eğiliminin Türkiye’nin gelişimi için önemli bir fırsata işaret ettiği savunulan raporda yurt dışındaki araştırmacılar ile Türkiye’dekiler arasındaki bağların güçlenmesi ve iş birliği için elverişli ortamın yaratılması halinde, yurt dışındaki araştırmacılardan Türkiye’ye akademik verimlilik yayılımının sağlanmasının mümkün olduğu belirtilerek beyin göçünü beyin gücüne çevirmenin olası olduğu mesajı veriliyor.
Yurt dışında verimliliği ciddi derecede artan araştırmacının yurda dönünce verimliliğinin düşmesindeki değişkenin bulunulan ortam olduğu hesaba katılırsa, beyin göçünün fırsata çevrilebilmesi için önce beyin göçüne neden olan şartların ortadan kaldırılmaya çalışılması gerekiyor.
Hollanda’daki Open University of the Netherlands’ta misafir öğretim üyesi olarak bulunan Doç. Dr. Hatime Kamilçelebi, yurt dışı ile yurt içindeki akademik ortam farkını şöyle anlatıyor; “Alanım iktisat ama Türkiye’de alanım olmayan bir bölümde öğretim üyesiyim.
Alanımla ilgili olmayan dersleri vermek için yaptığım hazırlıklar vakit alıyor, iş yükünü artırıyor. Doktora yaparken de yurt dışında araştırma bursu kazanmama rağmen görevlendirilmediğimden bursu kullanamamıştım. O araştırmayı yapsaydım, bilgimi daha çok geliştirebilir, ülkemizin hem ekonomi politikalarına hem de iktisat yazınına daha iyi katkı sağlayabilirdim.
Öğrencilerim de deneyimlerimden yararlanabilirdi. Türkiye’de karşılaştığım psikolojik yıldırmalara Hollanda’daki üniversitede rastlamadım. Hollanda’da daha fazla okumaya ve araştırma yapmaya vakit buldum. Avrupa’da projelere mali destek veren kuruluşlar var, bunun yanı sıra akademisyenlerin yaptıkları çalışmalardan en iyileri maddi olarak ödüllendiriliyor. Türkiye’de ise kamuda akademik teşvik sistemi var, çalışmaların niceliğine bakılıyor.”
Kamilçelebi, Türkiye'de parayla tez yazıldığı haberleri çıktığını belirterek, akademide liyakatın hakim olması gerektiğini ifade ediyor.
Üniversiteler için kırılma nerede oldu?
Raporda, Türkiye’de 2006 ve 2015’in üniversiteler için birer kırılma yılı olduğu, 2006’dan sonra Türkiye’deki üniversitelerin akademik verimliliklerinde düşüşler gözlemlendiği belirtiliyor. 2006’dan sonra kurulan üniversitelerin ortalama olarak küçük, fiziki alt yapılarının yetersiz, kaynaklara erişimlerinin sınırlı olmasının ve daha dar akademik kadrolara sahip olmalarının düşük akademik verimliliğin nedenlerinden olduğu belirtiliyor. 2006’dan sonra pek çok üniversitenin açılmasıyla birlikte öğrenci kontenjanları da artırılıyor, 2022’de ise üniversite sınavında baraj puanı uygulaması kaldırılıyor.
ÖGESEN Genel Başkanı Özkoçak, öğrenci başına düşen öğretim elemanı sayısının en az 1,5 katına çıkması gerektiğini; akademisyenlerin yaşam ve çalışma koşullarının Avrupa ve ABD’ye kıyasla düşük olmakla beraber komşu ülkelere ve rakip Asya ülkelerine yakın olduğunu belirtiyor. Özkoçak, özellikle 2005 sonrası kurulan üniversitelerin bir kısmının fiziki alt yapısının ve kampüs olanaklarının 1. ve 2. kuşak üniversitelere nazaran daha iyi olduklarını ancak rekabet edilen ülkeler ve gelişmiş ülkeler düşünüldüğünde Türkiye’nin önünde uzun bir yol olduğunu söylüyor.
“Köy yolunda Ferrari’yi süremezsiniz”
İTÜ İşletme Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Öner Günçavdı, üniversitelerin yönetsel yapısının bozulduğunu belirterek raporda üniversitelerin budanan özerkliğine değinilmediği eleştirisinde bulunuyor. Günçavdı; "Türkiye’de bilimsel verimi artırmanın yollarını arayan bir rapor için yükseköğretim sisteminin geçmişine bakmak lazım. Akademik verim meselesi, kamu-üniversite ilişkisinden bağımsız düşünülemez. Bu bir eksiklik ama önemli bir eksikliktir. Özerklik meselesi hem makale sayısının düşmesine, hem patent sayısının azalmasına hem de nitelikli kişilerin göçüne neden olmaktadır. Türkiye’nin özgün koşullarını anlamadan ABD’deki üniversiteyi referans vermek köy yolunda Ferrari sürmeye çalışmak olur. Köy yolunda Ferrari süremezsiniz” diyor.
Günçavdı, raporda ele alınan konuların Türkiye için sıfır kilometre olmadığını belirtiyor. Türkiye’nin en iyi üniversitelerinin bilim ortamının iyileşmesiyle 90’ların sonunda yurt dışındaki verimli akademisyenlerin Türkiye’ye geldiğini anımsatan Günçavdı, geçen yıllarda bilim alanlarının farklılıklarını gözeten liyakat sisteminin kaybolduğunu, bilimsel tartışma ortamının sınırlandığını, akademik unvanların bilimsel mertebe değil özlük meselesi haline geldiğini ifade ediyor.
“Eğitim tekrar sosyal mobilite aracı olmalı”
Günçavdı, en temel problemi ise şöyle anlatıyor; “Toplum bilime ihtiyaç duymuyor çünkü eğitim sosyal mobilitenin bir aracı olmaktan çıktı. Bunu tekrar inşa etmeden eğitimi toplumsal önceliklerden biri yapamayız. Sınıf atlamak için eğitimli olmak gerekmiyor artık. Eğitimin tekrar bir sosyal mobilite aracı haline gelmesi lazım.”
Raporda akademik verimliliğin artması için araştırmacıların ders yükünün azaltılması önerisini değerlendiren Prof. Dr. Günçavdı, öğrenci sayısı çok fazla olduğundan birçok üniversitede ders yükünün ciddi problem olduğunu ancak esas sorunun öğrenciyi ilkokuldan alıp üniversiteden çıkıncaya kadar okulda tutan sistemde olduğunu vurguluyor. Üniversite okumaması gerekenlerin de üniversite okuduğunu anlatan Günçavdı, raporda eğitimde kaliteye çok fazla vurgu yapılmadığını, bilimsel araştırmaları yapacak olanların kaliteli eğitimden geçmesi gerektiğini ancak Türkiye’de eğitimde kalitenin düştüğünü ifade ediyor. Türkiye’de 208 üniversite, 3,7 milyondan fazla lisans öğrencisi, 2,6 milyondan fazla önlisans öğrencisi bulunuyor.
“Ders veren akademisyen ile araştırmacı akademisyen ayrılsın”
ÖGESEN Genel Başkanı Özkoçak; “Üniversiteleri butik hale getirmeliyiz. Her ilde üniversite olabilir ama her üniversitede her fakülte ve bölüm yer almamalı. 90 km mesafede iki farklı il, iki farklı üniversite ve %5-10 doluluk oranında aynı bölümler. Bu da ister istemez verimliliği ve kaliteyi düşürüyor” diyor.
Akademiye kaynak aktarımı için liyakatın ilk şart olduğunu belirten Özkoçak, kaynakların artması ve adaletli dağılımı için kurumsal yapının önemine dikkat çekiyor.
Ders yükünün büyük sorun olduğunu vurgulayan Özkoçak; “Ders anlatırken haftayı dolduran bir akademisyen verimli üretim yapamaz. Nitelik ve nicelik bakımından bir savaş mevcut. Önerimiz ders veren ve araştırmacı olarak akademisyenleri ayırmak. Bazı akademisyenler iyi bir anlatıcı iken bazıları da sadece araştırma yapmayı benimsemekte ve tercih etmekte. Ki rekabet içinde olduğumuz ülkeler ve gelişmiş ülkeler bu ayrımı yaparak daha başarılı olmuşlar” diyor.
Ne kadar çok bilim o kadar çok refah
OECD verilerine göre Türkiye’nin kişi başına düşen bilimsel yayınlarda en gerilerde ancak kamunun yükseköğretim harcamasının milli gelirdeki payı açısından önlerde olduğu, bu durumun Türkiye’de yükseköğretime ciddi bir kaynak ayrıldığı halde kaynakların verimli kullanılamadığından bilimsel çıktıya yol açmadığının anlaşıldığı belirtiliyor. Diğer yandan, yine OECD verilerine göre Türkiye’nin AR-GE’nin milli gelire oranı konusunda en gerilerde; ancak özel sektör AR-GE’sine kamunun destek oranı açısından en önlerde olduğu, bunun da Türkiye’de AR-GE için gerekli teşvikler verildiği halde yeterince olumlu sonuç alınamadığını gösterdiği belirtiliyor.
Araştırmaların yoğunlaştığı alanlar Türkiye’ye ne anlatıyor?
Raporda ABD’deki araştırma tez konularında 80’lerden bu yana bilgisayar mühendisliği, elektrik mühendisliği gibi teknik alanların hızla büyüdüğü, ancak Türkiye’de bu alanların işletme, psikoloji ve din gibi alanların arkasında kaldığı kaydediliyor. Diğer yandan Türkiye’nin öğrenci profilinin gelişmiş ülkelere göre temel bilim ve uygulamalı araştırmalara katkı sağlayacak alanlarda daha az eğitildiği ancak fırsat sağlanırsa Türk öğrencilerin bu alanlara yönelmesinin mümkün olduğu belirtiliyor.
Türkiye’nin en büyük araştırma alanında durum ne?
Raporda, Türkiye’deki tıp fakültelerinin kalitesinin 2015’ten sonra dünyadakilere kıyasla hızla düştüğü; Türkiye’nin en büyük araştırma alanı sağlıkta kaybedilecek ivmenin Türkiye bilim ekosistemi için etkisinin ağır olacağı; kardiyoloji, nöroloji, göğüs hastalıkları gibi pek çok alanın 2015-2020 arasında dünyada büyümeye devam ederken Türkiye’de küçüldüğü belirtiliyor.
Prof. Dr. Öner Günçavdı, akademik diaspora raporunun önemli bir tartışmayı başlatacak nitelikte, provokatif ve iyiniyetle hazırlanmış bir çalışma olduğunu belirterek; “Böyle bir rapor kamuoyunun gündeminde neden olması gerektiği kadar yer almadı, çünkü yayımlandığı dönemde Türkiye seçim sürecindeydi. Bu da aslında neyi konuşmamız gerekirken konuşamadığımızı, asıl konuşulması gerekenlerin hep geri planda kaldığını çok güzel anlatıyor” değerlendirmesinde bulunuyor.
ÖGESEN Genel Başkanı Doç. Dr. Vahdet Özkoçak, akademisyenlerin verimliliğinin artması, akademik verim yayılımının hızlanması için uluslararası ofislerin daha etkin ve yetkin çalışması, eğitim ataşeliklerinin her ülkede aktif hale getirilmesi, ataşeliklerde akademisyenler için ayrı bir birim kurulması gerektiğini belirtiyor. Özkoçak; “Yurt dışı eğitim birimleri sadece diploma teyidi yapılan alanlar olmaktan çıkarılmalı” diyor.
Prof. Dr. Ufuk Akçiğit, uzun vadeli kaliteli büyüme için temel koşulun üretimde verimlilik artışı olduğunu, daha verimli üretimin yüksek teknolojili ve yüksek katma değerli ürünler üretmekten geçtiğini, Türkiye’nin sürdürülebilir ve kaliteli büyümesi için bilimi ve teknolojiyi önceliklendirmesinin şart olduğunu vurgulayarak bunun dışındaki politikaların sadece kısa vadede ekonomik göstergeleri değiştireceğini ancak kalıcı olmayacağını ifade ediyor.